İşte o dönemi yaşamış olanların tarihe düştükleri notlardan örnekler…
12 Eylül cuntasının işbaşına gelişinin 38 yıldönümünde, cuntanın işkenceleri, katliamları, gözaltıları, idamları protesto edilmeye devam ederken, cuntanın zulümlerinden nasibini almış olanlar ise sözlerini söylemeye devam ediyorlar.
İşte o dönemi yaşamış olanların tarihe düştükleri notlardan örnekler…
MUAZZEZ USLU
benim kuşağım 78 'di
öyle bir kuşaktık ki
gök kuşağı kıskanırdı bizi
isyan ateşlerimiz kadar al
mutlu, sevinçli ve pembe
mavi kadar derin
yeşil kadar serin
sarı ve sıcak...
biz renkli kuşağın çocuklarıydık
öyle bir sarmalardık ki bir birimizi
renk cümbüşü olurduk alanlarda
karışırdık renklerin tuvalinde
biz çizmiştik mutluluğun resmini
öyle bir kuşaktık ki
gök kuşağı kıskanırdı bizi! ...
İsmail GÖKSU
Vakit geldi;İnsanlık adına utanç karası ne kadar eseriniz varsa etrafınızda,hatta 'mümkünse 'EYLÜL'ü de alarak;Gözlerinizi gözlerimizden sakınmak için karanlıkta bile çıkarmadığınız o zulmünüzün nişanesi 'göz bağı'mızı,şimdi kendi çenenize sararak; ve eğer 'ilahi adalet' varsa, bunca günahla elbette cehennemin hiç sönmeyecek odunları olarak....Göçüp gidiyorsunuz bu dünyadan.! Şundan emin olun ki; Gözbağından sonra bir daha hayata gözünü açamayan,ya da bir daha asla gözbağından öncesi gibi hayata bakamayan,ya da gözlerinde taşıdığı ışığı orda bırakan....Kim olmuşsa,kim kalmışsa,sadece bir kez,çırılçıplak gözlerle gözlerinizin içine bakmak isterdi...! Evren ölemeden önce,12 Eylül'ün yıldönümü vesilesiyse yazmıştım bu yazıyı.Ve eklemiştim; "Biz ağır bedeller ödeyerek çıkarmıştık göz bağımızı. Umarım, içinde yaşadığımız yeni 12 Eylül süreçlerinin yaratıcısı şimdiki zalimlere karşı toplum, gözündeki bağı çıkarmak için daha fazla bekleyip de aynı bedelleri ödemez." diye de ilave etmiştim.Ne yazık ki umduğumuz olmadı;bu toplum,gözündeki bağı hala çıkaramadı…
İHSAN HACIBEKTAŞOĞLU
12 EYLÜL; İNSANLIKTAN ÇIKMA HALİ...
12 eylülün 38.yıldönümü de geçti. Aslında bugün için yazı yazmak istemedim. Söylenecek ne varsa herkes tarafından söylendi. Farklı ne söylenebilirdi ki... 12 eylül 1980 ile birlikte yaşadığımız coğrafya karanlık bir tünelin içine girmiş oldu. Tünel uzadıkça karanlık zifiriye kesti. Işığın tünelin ucunda belli belirsiz kendisini gösterdiği zamanlar oldu. Fakat karanlık her daim varlığını sürdürdü... 12 eylül 1980 her açıdan bu ülkenin miladı oldu. Umudun, sevginin, dayanışmanın, insanı yaşama bağlayan diğer tüm yüce değerlerin öldürüldüğü bir milat.. Bakın 12 eylül öncesi ve sonrasını yaşadığım kentteki değişimden anlatayım. Ve muhtemeldir ki her kentte süreç benzer işledi... 12 eylül öncesi Zonguldak'ta yaşıyordum. Zonguldak bir işçi kentiydi. Devlet kurumu, yani KİT olan EKİ (ereğli kömürleri işletmesi) kentin tüm hayatına egemendi. Ekonomik, sosyal, siyasal yaşamı bu kurum belirliyordu. Böyle olması da anlaşılırdı. Çünkü EKİ'de 55 bin işçi çalışıyordu... Bende henüz delikanlılığa geçmiş bir işçi çocuğuydum. Para bizim için değer ifade etmiyordu. EKİ'nin sinema, plaj, çay bahçesi, ücretsiz kullanabileceğimiz servis araçları, tüketim kooperatifleri gibi çok sayıda sosyal olanakları vardı. İşçi çocuğu olarak bu olanaklardan faydalanıyorduk... Yaşadığımız mahallelerde sevgi ve saygı hakimdi. Herkes birbiriyle dayanışma içinde olurdu. Büyük bir mahalle kocaman bir aile gibi yaşıyordu. Acılar ve sevinçler ortaklaşmıştı... Bırakalım içki içmeyi, bir alt yaş grubu bir üst yaş grubunun yanında sigara dahi içmez, içemezdi. Uyuşturucu kullanan insanların varlığından dahi haberimiz olmazdı. Çünkü uyuşturucu nedir bilmezdik... İnsanlar politikayla çok ilgiliydi. Örgütlülük ise üst düzeydeydi. Bu nedenle gençliğin yoz ilişkilerin ağına düşmesinin olanağı yoktu. Yaşadığımız ortam bilinçlerimizi de belirliyordu... Gelecek güzel günlere dair derin umut besliyorduk. Mutluluk elimizi uzatsak ulaşabileceğimiz kadar yakındaydı... Henüz ortaokuldaydık ve sosyalizm kavramı bilincimize kazınmıştı. Bu kavramı, eşitlik, kardeşlik, özgürlük, ortakçı yaşam biçimi olarak özümsemiştik. Aslında bunları yaşıyorduk... Kim Türk, kim Kürt, kim alevi, kim sünni bilmezdik. Daha doğrusu bu ayrılıkları bilmezdik. Hepimiz ezilen olduktan sonra bunların ne önemi olabilirdi? Marka olan çok sayıda kıyafetlerimiz yoktu. Hatta sınırlı sayıda kıyafetimiz vardı. Oyuncaklarla büyümedik örneğin. Kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Bir yıl boyunca giymek zorunda olduğumuz pabuçlarımız vardı. Ayaklarımızda paramparça olurlardı. Futbol oynamak için spor ayakkabı almamız mucizeydi. Formalarımız hiç olmadı... Hayal dünyamız ise çok renkliydi... Evlerimizde içme suyu akmazdı. Bidonlarla dağın eteklerinden içme suyu temin ederdik. Bu eylem mahallenin çocukları için birlikte yapılan kutsal bir ritüel gibiydi... Fakat mutluyduk. Geleceğe dair umutlarımız vardı... Sonra 12 Eylül geldi. Bıçak gibi kesti attı tüm güzellikleri. Ne umut kaldı nede zengin hayallerimiz. Bireyi kutsadı yeni rejim. Sömürüyü ve hırsızlığı kültür haline getirdi... Banker yolsuzlukları, sahte ihracat zenginleri, yandaşlık, yalakalık aldı başını gitti. Türedi zenginler boy vermeye başladı heryerde. Sonra marlboro sigarası ve viski girdi hayatımıza. Markalarla doldu heryer. Mac donaldslar, burger kingler ve daha niceleri... Tüketim çılgını, marka delisi olduk toplumca. Para en kutsal değer oldu. Parayı kazanmak için her yol mübah sayıldı... İnsan ötelendi... Aradan 38 yıl geçti. Girdiğimiz karanlık tünel insanlıktan çıkardı bizi. Toplumca dibe vurduk... Aksini kim iddia edebilir... İşte 12 Eylül insanlıktan çıkma halidir. Cinnet toplumuna dönüşme durumudur... Ve halen karanlık tünelin içindeyiz. Işığa ulaşmak ve tekrar insanlaşmak ise tümüyle bizim elimizde... Işık ise sosyalizmdir...
Mehmet ULUSOY
KÜÇÜK BİR 12 EYLÜL ANISI
12 Eylül darbesinin ilk aylarıydı...Tutuklanıp Selimiye kışlasındaki zindana konulduğumun daha ilk haftasıydı...O hafta hayatımın ilk demir parmaklıklar arkasında ziyaretimi geçireceğimin büyük heyecanını yaşayacaktım. Annem ve babam 20 yaşındaki evlatlarını ilk gördüklerinde ne hissedeceklerdi ? Ben "üzülmeyin " dediğimde, gerçekten üzülmeyecekler miydi..Daha bir sürü soru beynimde... Ziyaret günü heyecanım doruğa varmıştı. Gardiyan ziyaretçi listesini okuduğunda heyecandan bayılır gibi olmuştum. Askeri gardiyan ziyaret mahallinde tutukluları tek sıra dizerken, tutuklu yakınları aniden karşı taraftaki tel örgülerin ardında görülmeye başlamıştı...Türkçe kendini iyi ifade edemeyen annem "Lawo çavayi, başi, " diye sormasıyla, gardiyanın keskin bir düdük sesiyle, ziyarete son verdiğini, - Kadın..Türkçe konuş- Kürtçe yasağ- uyarısıyla ziyareti sona erdirdiğini ,karşı taraftan annemi ve babamı ziyaret mahallinden uzaklaştırdığını ağlayarak izlemiştim... Gardiyanın hışmına uğrayan anneme babamda içerlenmişti " Kariii ben demedim mi sana diline sahip ol" diye... Ziyaret mahallinin diğer tarafında da iri kıyım ( aslen Vanlı bir Kürt) olan gardiyan benim sıska ve ince boynumdan tutup koridora sürükledi...Derken kendimi koğuşta buluverdim...O gün ziyaret gerçekleştirmemenin üzüntüsüyle kıvranırken bir gerçeğin daha farkına varmıştım...O günlerde --Hem tutuklu hem Kürt'ük- yani fena halde zenciydik.. Sanırım bir hafta sonraydı, gazeteler Ermeni ASALA örgütünün Türk diplomatlara karşı bir eylem gerçekleştirdiğini yazıyordu....Cezaevi yönetimi ve gardiyanlar koğuştaki Ermeni asıllı tutuklulara karşı kin ve nefretle baskı ve dayak furyası başlattı..Üzülüyorduk...Yine o günlerde anlamıştım, Bizden iki kere zenci olanlarda varmış meğer.....Bir hafta boyunca her gece koridora çekilip dayak atılan bu dört Ermeni’nin adlarını artık ezberlemiştik...Çünkü gardiyan isimlerini yüksek sesle bağırıp onları dayağa çağırıyordu....Peki kimlerdi bu dört tutuklu ? Alis Delice, Murat Şaşkal, Robert Kömürciyan ve hepinizin ismini iyi bildiğiniz sevgili Hırant Dink.....
Tülay SÖNMEZ
’’ Devlet ananın’’ Galatasaray'da toplanan cumartesi annelerinin oturma eylemini nasıl da vahşice dağıttığını izlerken,’’ dışarıdan demek böyle görünüyor’’ diye düşündüm. Eylem anında başka duygular içinde oluyorsun, herkes birbirini sıkı sıkı tutar. Çünkü bir kişi bile kaptırmamak esastır. Saldırı başladığında sloganlar bir çığlığa dönüşür, kendi sesini ve bedenini duyamazsın, hep yanındaki dostlarını ve karşındaki saldırana odaklanmışsındır. Sonra Metris direnişlerini hatırladım, o zamanda acımasızdı. ‘’Devlet ana’’...... aydınlık yüzlü güzel çocuklarını ezip silmek, yok etmek istiyordu. Ama Metris önündeki kadınlar her zamanki sezgileriyle buna dur demenin; direnişten geçeceğini anladılar. Cezaevi kapıların önünde filizlenen bu direniş tohumları büyüdü ve belki bugünlere kadar gelen bir öncü gelenek oldu. O zaman İnternet ve çok kanallı TV'ler yoktu seslerini duyurmak için. Ayrıca sol sandıkları gazetelerle de mücadele ederlerdi. Cumhuriyet gazetesinin merdivenlerinden şuan TV'lere çıkıp konuşan bir yazar tarafından ‘’bizi de mi kapatsınlar ‘’diye geri gönderilirken; yazara dönüp’’ işinizi yapmayacaksınız açık olmanızın ne önemi var ‘’deyip çıkmışlardı. Hep dövdü ‘’devlet ana’’ çocuklarını, koskoca Gülizar anayı polis arabasına götürmek için saçlarından sürükleyen polisi çekecek bir muhabir bile yoktu.
Metris yoluna yatan anaların emir eri şoförüne’’ sür üzerilerine’’ emrini veren apoletliyi kimse yazamadı. Yazacak kimse yoktu.
Nizamiye kapısında beklerken hala devletine güvenip böyle şeylerin münferit olduğunu düşünüp, komutan gelince anlatmak için arabasının önüne geçip’’ 1 dakika komutanım’’ derken komutanın basıp geçerken ayağını ezdiği amcayı haber yapan bir TV kanalı yoktu .
Devlet ana hep dövdü aydınlık yüzlü güzel çocuklarını. O zaman göz önünde değildi bugün ise gözünün önünde insanlığın. Bugün, insanlıksa masallardaki gibi Kafdağı’nın ardında.
Celal ŞELTE
11 Eylül 1980 Davutpaşa Askeri Cezaevi...Hava karardıktan sonra kışlanın cezaevi bölümüne bakan taraflarına tanklar çevriliyor ve bizler darbe ihtimali de dahil yorumlarda bulunuyoruz..Geç vakte kadar devam ediyor bu yorumlar ve uykusu gelen uyumaya gidiyor "sabah ola hayrola"diye..Bazılarımız ancak sabaha karşı uyuyabiliyoruz ,az sonra açılan hoparlörden faşistin bildiri okuma ve cezaevi komutanının "kalkın ,şimdi a...nızı s...tik ,bugün yarınızı ,sonra kalanları sırayla temizleyeceğiz" sesini duyduğumuzda uyandık darbeye...Yani zordur faşist bir darbeyi esaret altında karşılamak...Sonrası mı ???Sonrası uzun ve o uzunluk hala devam ediyor birçoğumuz için..Bu kez postallıların yerinde takunyalılar var..
Turan PARLAK
O Yaşta Kim Ölmek İsterdi Ki
Mayıs en sevdiğim aydır; en sevdiğim ayda bana idam cezası verdiler. Yirmi iki yaşındaydım. Bekliyordum ama hakim son sözlerimi sorduktan sonra kararı açıkladığında, içimde bir ürperti hissetmedim değil; hem içimi hem de dışımı kontrol etmeye çalışıyordum.
Karar açıklanır açıklanmaz üzerimde patlayan flaşlar ve kameralar karşısında şaşkındım herhalde; "en iyi savunma saldırıdır" şiarıyla büyüdüğümüzden olsa gerek, sloganlar atmaya başladım.
Fakat o günün en kötü olayı benim idam cezası almış olmam değildi; babamın son duruşmaya tek başına gelmiş olmasıydı. Slogan atmaya başlayınca askerler iki kolumdan tutup beni mahkeme salonundan çıkarmaya başladıkları anda, babamla göz göze geldim.
Bir şeyler söyledim ama ne dediğimi bugün de hatırlamıyorum; hatırladığım tek şey; babamın mahkeme salonundan idam sehpasına doğru giden adımlarıydı. Sanki ben değil de babam idam cezası almıştı. Yaşlıydı, yorgundu...
Annem!
Annem iyi ki gelmemişti; aslında hiçbirinin gelmesini istemediğimi belirten bir mektup yazmış ve böyle bir sonuca hazır olmalarını istemiştim ama böyle bir sonuca nasıl hazır olabilirlerdi ki?
12 Eylül faşizminde on yıl dört ay tutuklu kaldım; tam beş yıl sürdü idamlık günlerim. Bu sürenin bir buçuk iki yılı tek kişilk bir hücrede geçti...
İnfazlar devam ediyordu; en son idam edilen devrimcilerden birisinin anmasını yapıyorduk; avaz avaz bir şiir okurken, sesim titremeye, gözlerimden yaşlar akmaya başladı. O anda sanki benim de anmam yapılıyordu....
Yirmi iki yaşındaydım; o yaşta kim ölmek isterdi ki!
Dedim ya, mayıs en sevdiğim aylardan biridir; en sevdiğim ayda canımı almak istediler; bir hücreye attılar, ölümü bekledim günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca...
Tek başıma bekledim, yılanlar çıyanlar içinde bekledim; saçlarım o hücrede ağarmaya başladı; o hücrede hayali sevgililerimle buluştum, son kez görüşüyormuşum gibi seviştim onlarla ama hiçbirinin bundan haberi olmadı...
O hücrede, idam sehpasının karşısında nasıl dik durabileceğimin günlerce, aylarca provalarını yaptım; ölmek istemiyordum ama ölüm hücremin içindeki tek arkadaşımdı.
Ailemin, sevdiklerimin, geride bırakacaklarımın acısını o hücrede koynumda taşıdım. Orada büyüdüm, gençliğimi orada bıraktım; o gün bu gündür içimdeki "binlerce ölüyle" yaşıyorum...
İdam Cezası Cinayettir!
Alaz ERDOST
“Doyamadığım, kıyamadığım yavrularımın tanıyamadığı babası… Eşim, arkadaşım, yoldaşım gülen gözlerinin içinde yaşadığım…” (Gül Erdost)
“Ben okuma-yazmayı sökene kadar, ‘baban trafik kazasında öldü’ dediler… Bir gün annemle teyzem koltukta otururlarken, ben sobanın yanında bir tempo dergisi buldum. Derginin kapağında babamın fotoğrafı vardı ve altında, ‘dövülerek öldürülen yayıncı ilhan erdost’ yazıyordu. Ben heceleyerek okudum bunu ve annemle teyzem ağlamaya başladı… Benim, babamın ölüm emrini verenlerin yargılanmasını istemekten başka ne gibi bir isteğim, bir umudum olabilir ki bu hayatta… Bu, bizim gibi yaşayan tüm aileler için geçerli. Ben başka hangi yolla intikam alınır bilmem. Benim tek bildiğim yol hukuk… Hukuk var mı? yok. Ama benim bildiğim başka bir yol da yok... Geçici 15’inci madde kalkınca, 2010 yılında suç duyurusunda bulunduk. Bizim suç duyurusunda bulunmamızdan 6 yıl sonra, ‘takipsizlik kararı’ ile ‘zaman aşımı’ geldi... Bunun hukuki değil siyasi bir süreç olduğunun farkındayız, pes etmeyeceğiz… Babam ve amcam, 12 eylül’den sonra gözaltına alındılar. gözaltına alınma sebepleri ise, Lenin’in ‘ne yapmalı’ kitabından birden fazla bulundurmak. Ki o kitabın yayıncısıydılar… Şimdi anlatacağım şeyin 1980’lerde yaşanmış olması bir şey değiştirmiyor, çünkü aynılarını maalesef şimdi de yaşıyoruz… Babam ve amcam, üç gün boyunca mamak askeri cezaevi’nde, gözaltında tutuluyorlar. tutuklanmaları, cuma akşamı mesai saati bitiminde oluyor. tutuklayan er, reo marka bir araç istiyor. Karşısındaki ses, daha küçük bir araç olduğunu söyleyince de, yine ısrarla reo marka bir araç isteniyor ve ‘anlarsın ya’ deniyor… Notta, ‘derin inceleme yapılması’ yazıyor… Ve o şekilde araca bindiriliyorlar… Amcam, araca bindiklerinde havanın aydınlık, araçtan indiklerinde ise karanlık olduğunu söylüyor… Babamlarla birlikte araca bindirilen bir erin ise aslında o gün görevli olmadığı, ülkü ocakları bağlantılı bir er olduğu ve özellikle o gün oraya geldiği ortaya çıkıyor… Babamı ve amcamı dövmeye başlıyorlar… Astsubay şükrü bağ, önde oturuyor… Babam bir süre sonra başına darbe alıyor ve ‘küçük kızımı uyandırmaya kıyamadım, öpemedim, dövdürmeyin bizi’ diyor… Şükrü Bağ, babamları indiriyor, ellerini yanlarına koymalarını istiyor. ‘daha olmamış’ diyor ve döven erleri tehdit ediyor, ‘onların analarını ağlatmazsanız, ben sizin ananızı ağlatırım’ diye... Ve babamlar tekrar araca bindiriliyor… Sonra koğuşa götürülüyorlar... Babamın eli yana düşüyor, ‘ilhan, ilhan!’ diyor amcam, ‘midem bulanıyor’ diyor babam, ve bir daha sesi çıkmıyor… Bunlar 7 kasım’da oluyor... annem, 8 kasım’da, ‘çok soğuk, ilhan üşür’ diye yün şeyler götürüyor cezaevine. ama almıyorlar, bir şey de söylemiyorlar… Halit Çelenk, babamın avukatı. ona ve babamın amcasına, 10 kasım’da haber veriyorlar... Gittiklerinde, babamın kanlı paltosunu ve ayakkabısının tekini veriyorlar, ve, ‘öldü’ diyorlar... Anneme, ‘İlhan, mide kanaması geçirmiş’ denilmiş. Ama annem şüpheleniyor. Kimse bir şey söylemediği için de, bir okuruymuş gibi Uğur Mumcu’yu arıyor ve kendini tanıtmadan -ki çok yakın arkadaşlar-, İlhan Erdost’u soruyor. Uğur Mumcu da, ‘maalesef kaybettik’ diyor... Annem böyle öğreniyor… Annem, çok uzun bir süre ayağa kalkamıyor, yürüyemez halde… Bizim evin her yeri, babamın fotoğraflarıyla doluydu. Ben 20 yaşıma gelene kadar, babam o evde yaşıyor gibiydi. terlikleri, tıraş köpüğü, diş fırçası… Biz, devlet eliyle ya da devlet ihmaliyle öldürülmüş ailelerin çocuklarıyız... Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar… Ben düştüğümde eren aysan bana yardım eder, Eren Aysan’a bir şey olduğunda Arat Dink onun acısına koşar… Biz kayıplar dursun isterken, sürekli yenileri geliyor. Gezi Aileleri, Suruç, Roboski, 10 Ekim Katliamı, Tahir Elçi… Biz hiçbir zaman kin gütmedik. Bizim derdimiz hiçbir zaman maşalarla olmadı… bütün bu yaşananlar sistemin bir sorunu… Benim acım, babam özelinde değil… ben babama ağlamıyorum ki sadece. Ben Ali İsmail’e, Berkin’e, Ethem’e, Dilek Doğan’a ağlıyorum… Ben anneme bakıp, Emel anneye bakıp ağlıyorum…”
(İlhan Erdost Mamak'ta dövülerek katledildi)
VİDEO İÇİN TIKLAYINIZ: İLHAN'A TÜRKÜ https://www.youtube.com/watch?v=D0pTiXPSiZo
Kerim EREN
12 Eylül'e Dair Bir Kaç Söz
30 Ağustostan sonra her gün darbe olabileceğini zaten biliyorduk hatta dergide bile yazmış kendimizce maksimum tedbirleri almaya çalışmıştık. Gel gelelim, organizasyon denetleyip idare etmeyi sadece talimat verip rapor almak olarak gören hantallığı üzerimizden atamadığımızdan (bu bir özeleştiri kabul edilmeli) nasıl hazırlıklar yapıldığını da sadece kağıt üzerinde bilebiliyorduk. 12 Eylül günü Tv de Hasan Mutlucan'ın kahramanlık türküleri ve Mesut Mertcan'ın saat başı okuduğu güvenlik konseyinin 1.nolu bildirisi dakika sektirmeden darbeden haberdar olmamızı sağlamıştı. Bu zaten beklenen bilinen bir şeydi, bilemediğimiz devrimci kesimin buna nasıl karşı koyacağıydı... Düdük çaldı maç bitti diyenleri de tepesindekilerin teslim olmasına karşın mevzilerinde sonuna kadar direnenleri de tepeden aşağı dağıtılan yapıları da gördük. Televizyonda başını yerden kaldırmadan süt dökmüş kedi misali bitmiş liderleri de, biz sadece bir dergiydik diyenleri de, ilk fırsatta soluğu yurt dışında alanları da, teşhir masasına tekmeyi basıp kahrolsun faşizm diye slogan atıp öldürülen yiğitleri de izledik, izledik ve belleğimize kazıdık... Gün doğup insanlar işe gitmek için evlerinden çıkmaya başladıklarında kaldığım evdeki kocaman torba dolusu malzemeyi yüklenip onlara karıştım. Amacım daha güvenli bir yere bırakmaktı, uzaktan ana kavşakta mavi bereli askerlerin yolu kestiğini gördümi. Yol üstündeki açık fırından 3-5 ekmek alıp torbanın üst kısmına koyarak malzemeleri gizledim. iyi ki gizlemişim, askerler durdurdu. "Hop hemşerim dur nereye? "İşe gidiyorum asker ağa." "Evine dön, ordu yönetime el koydu, örfi idare geldi, sokağa çıkmak yasak!" Herkesle beraber bende döndüm, doğrusu döner gibi yaparak açık olan sokaklardan emanetlerimi güvene alabileceğim kimsenin bilmediği özel ilişkilerime yöneldim, bir kazaya uğramadan işimi sağlama aldım. Sonraki zamanlarda gelişmeleri görünce iyi ki dedim iyi ki kimseye farkettirmemişim. 12 Eylül günlerini yazmaya devam edeceğim.
Şehriban Tayhani ÇAĞLAYAN
Bu tarih bizim, bu acılar bizim, sevgi ve minnetle kalbimde taşıyorum annem Gülizar' ı, Didar ablayı, Şaziment teyzeyi, Leman teyzeyi, Sacide teyzeyi, Şükriye teyzeyi, Melahat teyzeyi, Mustafa Kumanova’nin annesini, babasını, Hüseyin ağabeyi Bayram’ı, Hasan ağabeyi, Didar ablanın gelinlerim dediği Tülay, Arife yi, Sevgi Erdoğan’ı. Bade 'yi ve diğer gelinleri ve şimdi adını sayamadıklarım affedin.İlk metris önünde öğrenmiştik farklı değiliz ve aynı gemideyiz...
"Didar abla
Elinde sigarası ve suyu hiç eksik olmayan her daim bakımlı makyajlı şık giyimli heybetli bir kadın hiç geç kalmadı oğullarına ve kızlarına, hiç unutmadı onları, sabah beşte kalkıp en güzel giysilerini giyinip yollara düşerdi. Göçmen bir kadındı.
Oğulları ve kızları vardı. İlle de oğulları. Kızları için için kıskanırlardı oğullarına sunduğu sevgiyi. Kıskanırlardı ve daha çok severlerdi onu. Direngendi, yiğitti, heybetliydi. Kadının heybetlisi olur mu? Evet, o heybetliydi. Bunca kadın tanıdım hayatımda, heybetli lafı bir ona birde anama yakışırdı. Hayatın sadece ağlama ve üzüntü olmadığını, acının nasıl örtbas edildiğini belki de o analardan öğrendim.
Kaybetmemek için oğullarını ve kızlarını, düşmanlarının ne kadar güçlü olduğunu bu gücün korkusunu yaşamadan nasıl da sahiplendiler. Çoğunun okuması yazması yoktu. Sınıf bilincini telaffuz bile edemiyorlardı. Ama hepsi DK, DS, DY, Partizan, Acil, ve HK. lıydı. Oğulları ve kızları hangi örgütten yargılanıyorsa onlarda o siyasi harekettendiler. Onların 12 Eylül sonrası yürekleri ana, bedenleri militandı. Onların öbür adı ölüme direnmekti. Bir tarafta ölüm, bir tarafta analar vermeyeceklerdi oğullarını ve kızlarını ölüme. 12 Eylül öncesi direnme ve mücadele sokaklar, mahalleler, okullar, fabrikalardı; faşist saldırılara direnmekti ve o saldırıları boşa çıkarmak insanca yaşamın adı sosyalizmi inşa etmekti. 12 Eylül sonrası Selimiye, Kabakoz, Alemdağ, Sultanahmet, Sağmalcılar, Bayrampaşa ve Metristi. O alanlar ölüme başkaldırının alanları olmuşlardı.
Didar abla, tüm cezaevlerinin özellikle de Metris"in adı olmuştur. İnsan Hakları Derneği'nin adı olmuştur. Onunla simgeleşmiştir bu mücadele. Cezaevleri mücadelesinde gösterdiği kararlılık ve azim; onun fiziki olarak yok edilmesiyle mümkün olabileceğini düşünen darbe mantığı, onun sadece oğulları ve kızlarını koruma içgüdüsüyle hareket eden bir insan olduğunu görmezden gelerek, Ankara*nın göbeğinde devletin merkezinde saldırarak, şeker komasında ona; tıbbi müdahale edilmesine izin vermeyerek onun infazı sağlanmıştır.
O Ve cezaevleri önünde mücadele eden aileler unutulmayacak. Selam olsun onlara. "
Sultan KARATAŞ
Sağmalcılar'daki Asker-Polis Birlikte Tutuklu Yakınlarına Saldırdığında...
'Bir tutam aşk, dostluk, dayanışma ve direnmenin dayanılmaz güzelliğinin yaşandığı yıllardı 80'ler'
Aslında bu cezaevi anılarını yazmaya başladığımda, sıralı sırasız herbiri çıkageliyordu, yakalayamadan birini diğeri ısrarla karşımda 'yaz beni' diyordu.
Şimdilerde düşünüyorum da herşey yazılamıyor, bazılarını belki başka zamanlarda çıkarmak daha doğru olacak. Belki çok özel, belki saklanırsa kalabilir daha güzel...
Aklımda derim ya her yazışımda, parça parça sayısız ama bazılarını satırlara dökünce karşımdakine ne ifade edebilir diye hesap yapıyorum ve sonra da sayfada bulunanların, gerçekten yazılanları içten takip ettiklerini, samimiyetlerini ve herkesin kendinden birşeyler bulduğunu görebiliyorum, hissediyorum bunu.... Nasıl mı, olumlu duygu, yorum ve beğenilerinizle bana yansıyor ve de mutluluk duyuyorum... Dönemi, az da olsa bugünlere taşımak değil mi meramım... Unutturmamak değil mi zaten! Amacına ulaşıyor bu yazılanlar ve daha da kalıcı kılınabilecek bu satırlar. Sadece cesaretlendirmeniz yetiyor, en azından şimdilik.
Bugün nerden başlamak istiyorum biliyor musunuz! Sağmalcılar'da polisle asker arasında sıkışıp dayak yediğimiz bir günün anısı da acı ve çelişkili memleket haliyle, ülke insanımın zaman zaman kendisinin bile anlayamadığı garip ruh haliyle, belleğimde yer etmiştir. Belki de fiziksel olarak canımın yanmasındandır ve o fiziksel acıdan bugün birşey kalmasa da, güne dair anlamlı anlar ve anekdotlar aklımdan çıkmadı, düşündürdü de... Bir askerin, bir polise, beni ve polisin elinden almaya çalıştığım bir tutuklu yakını kurtarmaya çalışması sırasında olmuştu.. Asker bizi başka bir asker ve polise karşı savunmuştu!
Yine açlık grevi... Görüş varken, içeriye görüş için bahçeden yürürken karşılıklı saldırılar başlamıştı... İçerdeki bazı sıkıntılardan dolayı kimlik kontrolünden sonra içeri girmek üzereyken saldırıya maruz kalan tutuklu yakınları... Aralarında ben de vardım, bir tutuklu yakını genci, polisin kafasına tekme tokat girişip (sonradan darptan dolayı gözlerinde çiddi hasar olan genç) bir tutuklu yakınını almaya çalışırken başka bir askerin arkadan şiddetli tekmesiyle arkadan bana vurduğunu ve acısını hatırlarım.. Acı geçiyor ama sözler gerçekten kalıyor, belki de insanların insan yanını çok önemsediğimdendir ya da doğal olarak önemsenen de budur. Başka bir askerin sözleri hala aklımda... Aksanından Kürt olduğunu çıkarsadığım bir asker, nerdeyse ağlarcasına bana tekme atan askere bağırıyordu, 'napıyorsun, onlar da bizim anamız bacımız senin anan bacın yok mu?'.... diyerek askere hem bağırıyor hem de engel olmaya çalışıyordu. O askerin yüzünü göremedim.. Çok canım yanmıştı o kargaşadan dönüp bakamadım, herşey birbirine karışmıştı o gün, yaşlı anaları bile dövmüşlerdi hem de asker polis, o gün birlikte hareket etmişti... O günler, sıradışı birşeyler olmuştu ama net hatırlayamasam da, Bedri Yağan, aynı gruptan birkaç insanla firar etmişti diye anımsıyorum.
O gün yaşananları teyit etmem açısından hatırladığım şu sahne; hiç unutamadığım anlardır, biz dayak yerken bazı siyasi tutuklu yakınları çok duyarsız kalmıştı, anlayamadım bu insani olmayan tutumu ne o gün ne de bugün. Benim bakış açıma göre, insani ölçüler hep önde olmalıydı o gün de bugün de böyle...
O gün analar, eşler, kardeşler topluca sıra dayağından geçirilmişti adeta. Belki de en az hasarla atlatanlar arasındaydım. Küçük bir dipnotla tamamlayayım; yaşlı analar her zaman biz gençleri koruyup kendilerini öne atarlardı, bunu da özellikle ekleyeyim... Şaziment teyze, Gülizar ana ve ismini hatırlayamadığım anaların hemen hemen hepsi, biz eşlere son derece önem verip, ihtimam gösterirlerdi. Özellikle, kaynanam Türkmen Şahin, beni hep kollardı. Oysa oğlu da biraz gidip hapiste kalmam için anasının kollamalarına şaka yollu kızardı... Bu da espri niyetine kapanış cümlem olsun.
Cezaevleri, sadece sevdiklerimize duyduğumuz derin özlem ve arzunun adı değildi... Cezaevleri ve kapıları cinsiyetsiz, yaş ayrımı olmayan, tek aidiyeti çoğunlukla insan olan kendine devrimci diyen, çoğunlukla gruplaşmayan insanlardan oluşuyordu...
Belki de, insan olmanın güzelliğine doyasıya vardığımız duraklarımız oldu bizim cezaevi kapıları.
O GÜN ANALAR, EŞLER, KARDEŞLER TOPLUCA SIRADAYAĞINDAN GEÇİRİLMİŞTİ ADETA, BELKİ DE EN AZ HASARLA ATLATANLAR ARASINDAYDIM.
Azize KARABIYIK
12 Eylül'den sanatçılar da nasibini aldı. Tarık Akan da 12 Eylül cuntası döneminde zulme uğrayan sanatçılardan biriydi.
Gayrettepe Siyasi Şube’de gözaltına alınarak işkence gördüğümüz sırada Tarık Akan'da oradaydı. Tarık Akan’a yapılanlara tanıklık eden onlarca kişiden biriydim. Tarık Akan’ın siyasi kimliği hakkında açıklama yapmak bana düşemazi ancak bir sanatçı olarak gördüğü muameleyi kabul etmenin mümkün olmadığını ifade edeyim.Yülerce sanatçı ve aydın gibi onun da 12 Eylül Cuntasının saldırına uğradığına tanıklık ettim.
Esasta başta devrimci ve sosyalistler olmak üzere muhaliflere büyük işkenceler yapıldığınıhepimiz yaşadık ya da biliyoruz. Akan’ın da bir sanatçı olarak çok baskı gördü.Şube’de sürekli aşağılayıp sırık diye hitap ediyorlardı. Akan onurlu duruşunu bozmadı ve bize de moral vermeye çalışıyordu. Anne Kafamda Bit Var isimli kitabında bahsettiği, gencecik dediği kızlardan biri de bendim.
VİDEO İÇİN TIKLAYINIZ
https://www.youtube.com/watch?time_continue=105&v=1vDtVvKSh7g