Güncel

25 haziran öyküleri…12 Eylül karanlığında ölüme ateş yakanlar… Sen ölecektin, onlar korkuyorlardı…

Bir insanın ölüme gitmesi onları bu kadar çok korkutuyordu. Anlayamıyordun… Sen ölecektin, onlar korkuyorlardı…

25 Haziran 2018 Saat: 09:54
25 haziran öyküleri…12 Eylül karanlığında ölüme ateş yakanlar… Sen ölecektin, onlar korkuyorlardı…
25 haziran öyküleri…12 Eylül karanlığında ölüme ateş yakanlar… Sen ölecektin, onlar korkuyorlardı…

12 Eylül Cuntası tarafından 25 Haziran 1981 tariinde İstanbul Paşakapı cezevinde idam edilen Kadir Tandoğan ve Ahmet Saner için Sait Almış-M.İnanç Turan ve Mehmet Sönmez tarafından yazılan, onları en güzel sözlerle anlatan o gecenin iki ayrı öyküsü...

Sait Almış-M.İnanç Turan

ÖYKÜ: 1

12 EYLÜL KARANLIĞINDA ÖLÜME ATEŞ YAKANLAR

Kadir, Ahmet ve Hakkı Kolgu üç devrimci arkadaştı. Kadir 1958 yılında İstanbul'da, Ahmet 1959 yılında Trabzon Akçaabat’ta doğmuştu, yolları öğrenci eylemleri içinde kesişmişti.

Üçü de hayat dolu, dost canlısı delikanlılardı. İnsan sevgisi ile doluydu gencecik yürekleri. Daha liseli yıllarda, ilk gençlik yaşlarında sarmıştı onları özgürlük ateşi ve devrim sevdası.

“Sıra Neferleri”

onlar, kurtuluşun kapısına varmayı, 
ferdin cesur hamlelerinden uman 
iki saf ve namuslu çocuktu!

devrimin sıra neferiydi onlar, 
devrimin namuslu neferi.

(Nazım Hikmet)

Kadir, Ahmet ve Hakkı Kolgu üç devrimci arkadaştı. Kadir 1958 yılında İstanbul'da, Ahmet 1959 yılında Trabzon Akçaabat’ta doğmuştu, yolları öğrenci eylemleri içinde kesişmişti.

Üçü de hayat dolu, dost canlısı delikanlılardı. İnsan sevgisi ile doluydu gencecik yürekleri. Daha liseli yıllarda, ilk gençlik yaşlarında sarmıştı onları özgürlük ateşi ve devrim sevdası.

Mahir Çayan’nın görüşlerine ve mücadelesine saygı duyuyorlardı.

Gençtiler, sevdalarına tutkundular. Yiğit ve cesurdular, devrime adandılar. Dostlarına sevimli ve yumuşak, düşmanlarına kinli ve heybetliydiler. Silahlı propagandayı temel alan bir örgütlenme içinde yer aldılar.

Gün geldi. CIA Ajanı oldukları kanısına vardıkları Amerikalı subaylara karşı planlanan eylem için görev aldılar. Nisan günlerinden biriydi. Gün o gün dediler. Ne eylem kararını sorguladılar, ne de korktular. Gözlerini kırpmadan, inandıkları dava uğruna yüreklerini ortaya koydular. Nisan’ın 16.gününü seçtiler, eylemleri için.

Ahmet ve Hakkı, Vefa Lisesinden okul arkadaşıydı. Şimdi aynı eylemde yer alan iki yoldaşı, eylem yerine motosikletle Kadir götürdü. Kadir motoru ile arka sokakta beklerken, Ahmet ve Hakkı eylemi gerçekleştirdi. Amerikalı subay Sam Novello ve Şoför Ali Sabri Baytar olay yerinde ölmüştü.

Silah seslerini duyan Kadir motorunu çalıştırdı ve arkadaşlarını alarak hızla olay yerinden uzaklaştı. Buraya kadar planladıkları gibi gerçekleşen eylem, bu aşamada aksamıştı. Motorları ve silahlarını almak için onları beklemesi gereken kamyon yerinde yoktu.

İstanbul’un Beşiktaş, Zincirlikuyu ve Bebek semtlerinde süren polis kovalamacası sırasında, önce Hakkı, sonra da Kadir vuruldu. Ve kanlar içinde yakalandılar.

Sözde Yargı

Gözde Savcı

Sessiz Duruş

Hakkı hastahanede veda etti arkadaşlarına. Ölüm döşeğinde yandı bedeni, özgürlük ateşi ile…

Kadir ve Ahmet için sonucu belli yargılama süreci hemen başlatıldı. Bu iki güzel çocuğun ipini çekmek isteyen bir savcı vardı. Faik Tarımcıoğlu adlı bu savcı kendine, Kadir ve Ahmet’in içinde bulunduğu örgütlenmeyi çökertmek gibi bir misyon biçmişti.

Acele bir iddianame hazırladı. İddianame eyleme katılanların pozisyonundan hiç söz etmiyordu. Öldürülen Amerikalıların kim olduğu ve görevleri tam olarak açıklanmıyordu. Salıpazarında müfreze görevlileri deniyordu, ama Salıpazarındaki bu müfreze neyin müfrezesiydi, belli değildi.

Halbuki Kadir’in pozisyonu biliniyordu. Kadir gözcüydü, silah kullanmamıştı. Ve hukukta suçun bireyselliği diye bir kavram vardı. Bunlar hiç dikkate alınmıyordu.

Karar belli olur, idam! Ama Kadir ve Ahmet boyun eğmez, nedamet getirmez. Karar günü Filistin halkıyla dayanışma günüdür. Hâkimlerin yani egemenlerin yüzüne karşı Filistin halkının özgürlük savaşına desteklerini haykırırlar!

Kadir ve Ahmet tüm yargılama sürecinde olduğu gibi serinkanlı ve dik duruşlarını korudular. Duruşmada bulunanların beklediğinin aksine, seslerini yükseltmediler.

Sustular! Bıyık altından tebessüm ettiler! Ve dönüp gittiler!

Sessizliğin sesinin bu denli gücü görülmemiştir!

Biletler Kesildi

Tren Kalkıyor

25 Haziran 1981. Vietnam kasabı Commer başkanlığında,üst düzey bir ABD heyeti Türkiye’dedir. Kurbanlarını almaya gelmiş gibidirler. Hüküm acele onaylandı. Biletler kesilmişti. Karar acele Selimiye Kışlasına iletildi.

Aileler çağrıldı. Kısa bir süre görüşmelerine izin verildi. Ancak avukatları ile görüşmelerine engel olmaya çalışıyorlardı. Önce Ahmet geldi, Avukatlarla görüşmeye.“Yani tren kalkıyor mu? Bilet kesildi mi?” diye sordu, avukatlarına. Avukat Nebi Barlas yıkılmış durumdaydı. Ahmet, “Nebi abi niye bu kadar üzülüyorsun? Lütfen Nebi abi bırak üzülmeyi, arkadaşlara söyleyin, biz trene biniyoruz, onlar treni kaçırmasınlar," diyerek onu teselli etmeye çalışıyordu.

Daha sonra Kadir geldi, avukatları ile görüşmeye. Kadir de aynı Ahmet gibi, arkadaşlarına selam söylemelerini, üzgün olmadıklarını, başlarının devamlı dik olduğunu söyledi.

Paşakapısı:

Bir Darağacı, İki Ateş Parçası

25 Haziran 1981. Gece yarısından sonra alındılar hücrelerinden. Darağacı Paşakapısı cezaevinde kurulmuştu. Cezaevinin bahçesi ışıklandırılmıştı. Çatılmış üç direğin ortasında bir ilmek sallanıyordu. İlmeğin altında bir masa, masanın üstünde de tahta bir sandalye vardı. Sahne hazır, misafirler bekleniyordu.

O gece Kadıköy’de hava hiç olmadığı kadar kasvetliydi. En ücra sokaklara kadar polis ve asker yığınağı yapılmış, barikatlar kurulmuştu. Zulmün kasveti, zalimlerin korkusu sinmişti tüm Kadıköy sokaklarına.

Sessizliği bir anons bozdu:

“Misafirler Geliyor!”

Bir koşuşturmadır başladı. Misafirler içeri alındı. Burası onların son mekânıydı. Sanki zebanilerin uğurlama törenini, ölüm dansını andırıyordu, bu koşuşturmaları.

Misafirlerin uğurlayıcıları hiç alışık olmadık bir şekilde kalabalıktı. Askerler Albay rütbesinden itibaren, polisler de Emniyet Amiri rütbesinden itibaren sıralanmışlardı.

Hâkim hükmü, savcı infaz gerekçesini okudu. Avukatlar infaza itiraz etti. Çünkü iade-i mahkeme başvuruları sonuçlanmamıştı. Yani yargılama süreci tamamen bitmemişti. Savcı bu en temel hukuk kuralını dinlemedi.

Avukatlar müvekkilleri ile son bir görüşme yapmak istediklerini söyledi. Savcı kabul etmedi. Bu arada Kadir daha önceden anlaştıkları gibi “dini vecibeler” için avukatı ile görüşmek istediğini söyledi.

Avukatı A.Rıza Dizdar’ın imam ile birlikte Kadir’in yanına gitmesi kabul edildi. Kadir’in hücresinin önüne geldiler. Çevreleri kuşatılmıştı. Konuşmalarına müsaade etmediler. Avukat imama okuması gereken duayı gösterdi ve Türkçesini de okumasını istedi.

İmam okudu:

“ Sizi ebediyete gönderenler zannetmesinler ki ebedî kalacaklar.”

Kadir gülümsedi:

“Hoşçakalın, tüm dost ve arkadaşlara selamlar," dedi.

Savcı uyanmıştı. Ahmet’in de “dini telkin” için avukatı ile görüşme isteğini kabul etmedi.

***

Demir kapı açıldı. Misafirleri uğurlama anı gelmişti. Önce Ahmet yöneldi darağacına. Gözleri göklerde, ağzında gerilla marşı, gönlünde sevdası vardı. Susturmak istediler. Ağzını kapatmaya çalışan askeri kafa atarak engelledi. Marşını sonuna kadar söylemesine kimse engel olamadı.

Savcı son sözlerini sordu. Ahmet:

“Bizi asanlar şunu bilsinler, kendileri de bir gün asılacaklar!” diye haykırdı ve kırık dökük sandalyenin üstüne çıktı. İpi boynuna geçirdi.

Cellat telaş içindeydi. Elinde ip “bunun bağlanacak yeri yok,” diye söyleniyordu. Ahmet etrafı inceledi, herkes suskun ve şaşkındı. Avukatı ile göz göze geldi.

O anda her şeyi anlattı, o bakışlar…

Sevdasını, tutkusunu, yaşadıklarını, yaşayamadıklarını her şeyi…

Onun da her şeyi anlatmasını istedi; inancını, cesaretini, dik duruşunu, ödün vermeyişini, herşeyi…

Arkadaşlarının bilmesi gereken her şeyi…

Ve altındaki sandalyeye bir tekme vurdu…

Sandalye uçtu…

Albayın yüzüne kondu…

Ahmet salıncakta sallanan güzel bir çocuk gibiydi…

Sallandı…

Sallandı…

Sallandı…

***

Demir kapı bir daha açıldı. Yine gür bir ses, yine gerilla marşını söylüyordu. Kadir, ağır ağır geldi, darağacının önünde durdu. Savcı, hükmü okudu ve “bir diyeceğin var mı?” diye sordu. Kadir, “ var” dedi:

“Anayasalar toplum için, emekçiler için, halklar için, işçiler için yazılır. Ama maalesef bizde belli bir zümre için kullanılıyor. Ve inanıyorum ki; halkın, emekçilerin, işçilerin sahip olacağı anayasalar gelecektir.”

Ve sırtını döndü, yürüdü. Tıpkı mahkemede ölüm kararı okunduğu gün yaptıkları gibi. Sandalyenin üzerine çıktı. Cellat ipi Kadir’in boynuna geçirmekte zorlanıyordu, elleri titriyordu. Kadir celladına döndü:

“Sakin ol kardeşim telaşlanacak, acele edecek bir şey yok. Biraz sakin ol,” dedi. Kadir sakindi. Düğününde gibiydi. Şaşıranlar, korkanlar, ağlayanlar cellatlarıydı.

İpi boynuna geçirdi ve bağırmaya başladı;

“Katil Oligarşi!”

Yer gök inliyordu. Defalarca bağırdı “Katil Oligarşi!” diye.

Sandalyeye sımsıkı basmış bağırıyordu, Kadir:

“Katil Oligarşi!”

Cellatlar sandalyeyi alamıyorlardı altından.

Bir tekme de o vurdu, Ahmet’in tekmelediği sandalyeye.

Aynı ipte şimdi o sallanıyordu…

Biraz önce Ahmet’in yaktığı özgürlük ateşi şimdi onun boynundaydı…

Şimdi o harlatıyordu ateşi…

(12 Eylül Karanlığında Ölüme Ateş Yakanlar, Sait Almış ve M.İnanç Turan
Kalkodan yayınları 2010

kadir tandoğan ile ilgili görsel sonucu

.........................................................

ÖYKÜ-2

HAZİRAN ÖYKÜLERİ 4

" CIA ajanını öldüren Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan bu sabah Paşakapı cezaevinde asılarak idam edildiler. Mahkumlar slogan atıp, sehpalarını kendileri tekmelediler" 
25 Haziran 1981
Basından.

TAN SÖKÜMÜNDE YAŞAM SENFONİSİ

Yattığın yerden duvarların kalınlığını düşündün. Öğle yemeğinden sonra ranzana her uzanışında, karşına düşen ensiz, kılıç ağzı gibi parlayan pencereye bakar ve duvarların kalınlığını hesaplamak isterdin. Yaz gelmişti. Ama hücren her zamanki gibi ne soğuğu, ne sıcağı geçiriyordu. Dışarı da fırtınalar kopsa, içeride tek bir yaprak bile kıpırdamazdı. 
Kaldığın yer zaman ve mekândan yalıtılmıştı. Yirmi dört saat durmadan yanan floresan gece gündüz ayrımını siliyordu. Senin için bu ayrım o denli önemli değildi. Kapı açılıp dışarı çıkıldığında vaktin şafağa yakın olacağına emindin. Genellikle o saatlerde…

Duvarlar ısıyı olduğu kadar sesi de geçirmiyordu. Yaz başlangıcının bu öğleden sonrasında, derin bir sessizlik çökmüştü. Sadece bir çift postalın yaklaşıp uzaklaşan, tek düze sesini duyuyordun. Uzaklarda, derinlerde yanık sesli biri türkü söylüyordu. 
Dikdörtgen bir kutu gibi seni çevreleyen yüksek beyaz duvarlar sıkıntı vericiydi. Aylardır gözlerinin uzanabildiği her yerde beyaz duvarları görüyordun. Sağ tarafına düşen duvardaki kabarmış sıva, rutubet lekeleri dostların kadar yakındı sana. Bu lekeleri çeşitli şekillere benzetir, zaman zaman hareket ettiğini sanarak gözlerinle onları izlerdin. Pencerenin yanında küçük bir çengel vardı. Beyazın iticiliği orada bozuluyordu. Hemen altında gazeteden kestiğin küçük çocuğun resmini yapıştırmıştın. “Babam nerede” diye ağlayan küçük Filistinli kızın gözleri seni rahatsız ediyor, gözlerinin içine bakmaya cesaret edemiyordun. Çocuklarına isimlerini koyduğunuz Filistin, bir özgürlük şarkısıydı.

Bakışların tam karşıya dikildi. İnce, uzun pencereden sadece bir renk görüyordun. Bazen açık mavi, bazen gri, bazen de lacivert bir renk. Bir de rüzgarların çalıp getirdiği denizin kokusunu duyuyordun. Birçok defa parmak uçlarında yükselip dışarıya bakmaya çalışmıştın. Her defasında duvarların kalınlığına şaşırıyordun, uzakta hareket eden arabalar ve insanlar seni daha da şaşırtıyordu. Hücrendeki yaşamın hareketsizliğini öylesine benimsemiştin ki, canlılık kavramı bile sana yabancı geliyordu. Dışarıdaki yarıkta tek tük yeşeren otları gördüğün gün hayretten açılmış gözlerinle saatlerce izlemiştin. Gün ışığını ancak sızdığı ve floresan altında eridiği bu yüzyıllık hücrelerde, canlılık ve yaşam kavramları hayranlık vericiydi. Uzaktan zorlukla seçebildiğin arabaların ve insanların devinimini garipsiyor, kendini başka dünyaları teleskopla izleyen astronomlara benzetiyordun. O kadar yakın ve o kadar uzaktın ki, bıraksalar o kalabalığın içine karışacak ve kimse tarafından yadırganmayacaktın, ama o seni ayıran kalın duvarların anlamı neredeyse binlerce ışık yılı bir ayrılıktı. 
Başucunda, iki metre ötende demir parmaklıklı kapı seni loş koridordan ayırıyordu. Kapının önündeki haki perde koridoru görmeni engelliyordu. Bu perdeyi onlar istedikleri zaman açıp kapatıyorlardı. Perdenin varlığı, bu garip rengi ve ardındaki köhnemiş koridoru hissetmek seni daha da bunaltıyordu. Her şey köhnemişlik ve terk edilmişlik duygusu uyandırıyordu. Girişteki kemer de bu izlenimi güçlendiriyordu. Yüzyıllar önce at ahırı olarak yapılan bu yere yine yüzyıllar önce " at yaşamaz " raporu verilmişti. Bu yer senin hücrendi. Ve sanki seyis birden bire içeri girecek ve sana hiç aldırmadan, atını duvarda hala izi duran çengele bağlayıp gidecekti. İşte senin hücren böyleydi. Kim bilir senden önce ne umutlar bu duvarlar da asılıp kalmıştı. Şimdi sıra sendeydi.

Kırık, yer yer sırları dökülmüş bir aynanın karşısındaydın. Bakışların oraya kaydı ve kendini görmek istedin. Kimdi bu aynadaki? Tek başınaydın. Yapayalnız. Belki yarın akşam, belki de bu akşam ne burada, ne de başka bir yerde olacaksın. Neydin sen şimdiye kadar? Kimdin? Kimdi "O" seven, kızan, ilgilenen, başkalarının sorunlarını kendi sorunları sayan ve onun için beyniyle, yüreğiyle çalışan? Aynanın verdiği görüntüye şaşırdın. Daha yakından baktın. Gözlerindeki parıltının yerinde acı ve öfke kıvılcımları gördün. Gençtin. Buna rağmen aylarca süren bu yaşamın seni ne denli yıprattığını, ilk kez fark ettin. Yaşamın güzel bir yüz ve sağlıklı bir vücuttan çok daha anlamlı olduğunu biliyordun. Gençliğinin yoğrulduğu yeni bir yaşam senin için her saniyesi dolu geçirilen ve yitirilme korkusu hissedilmeyen bir süreçti. O an durup aynaya baktığında seni şaşırtan görüntü aslında yaşamın çizgilerini yansıtıyordu. Bunların anlamını yavaş yavaş çözdün. Aynada gördüğün artık sen değildin. Kavga günlerini, arkadaşlarını görüyor, anılarını tekrar yaşıyordun. Ayna bir zaman tüneline dönüşmüştü ve sen hızla yol alıyordun. 
Öğrencilik yılların, okuduğun ilk devrimci kitaplar… Arkadaşlıkların… Dernek odaları… Tartışmalarla geçen günler… Okul çıkışlarındaki kavgalar… Bildiri dağıtmalar… Yürüyüşler… Attığın sloganlar ve örgüt çalışmaları… Her birini hatırladıkça için ısınıyordu. Gözünün önünde sabahtan akşama kadar dolaştığın sokaklar, arkadaşlarınla oturduğun kahveler, sohbetleriniz canlanıyordu. 
Ve hiç unutamadığın ilk aşkın, ilk öpücüklerin... Şu anda şimdi ne yapıyordur kimbilir. Sarı saçlarını avuçlarına doldurduğun, parmaklalarınla taradığın, yeşil gözlerindeki harelerinde kaybolduğun sevgilin şu anda şimdi ne yapıyordur? Nerededir, nereye bakıyordur? Oturuyor mudur, ayakta mıdır,yoksa gelişi güzel bir sohbetin içinde seni mi anıyordur? Ya kokusu? Aklına geldikçe burnunun direğini sızlatan o koku? Neye benzetirdin? Hatırladın. Damla sakızı kokardı ağzı. Bazende elma... Doya doya içine çekerdin boynuna gömülüp. O koku, o vücut sıcaklığı aklına geldikçe için ürperiyordu. Hergün buluşur, sımsıkı sarılır, doya doya koklardınız birbirinizi. Burunlarınıza çektiğiniz koku aslında kimyasal elçilerdi. Şuan içini acıtan da bu elçilerin yokluğuydu. Dayanamıyordun. Bunun adı daha önce hiç tatmadığın "hasret" ti. Hasret, böyle birşeydi. Hasret, TDK da geçen hasretti aklında kalan. Yaşadığın, içini acıtan, midenden gelip, boğazına takılan hasret yumruktu şimdi Onu atmak istercesine sık ve derin nefes alma ihtiyacı hissdiyordun. Hasret , babaannenin hikayelerinde geçen ,ifadesini taş plak gramafonda çalınan şarkı ile özdeşleşmişti. Babaannen, karanlık akşamların ıssız odasında Seyyan Hanım' ı dinlerdi. Taş plağın cızırtıları arasında tango sesli bu kadın hüzünlü bir ifade ile "Hasret" şarkısını söylerdi.

"O gözler benim ağlar Eskisinden yabancı Gönlümdeki bu sevda Hiç dinmeyen bir acı..."

Yan odada kalıyordun. Beline silahı koyup eylemden eyleme koşarken, yanı başında yürek sızlatan bir aşkın farkında değildin. Derinden gelirdi Seyyan Hanım'ın sesi. Derinden gelir, farketmeden içine dolardı. Babanı anlamadan, babaanneni anlamıştın bu köhne hücrede. "Keşke o şarkı sözlerini ezberleyebilseydim" diye içinden geçirdin. Artık çok geçti. Babaannenin erken kaybettiği dedene duyduğu aşkı anlamak, hissedip yaşamak için çok geçti. Aynı duyguları, şarkılarınızın bile olmadığı aşkın için hissediyordun. 
Daldığın duygu denizinden hızla yukarı firladın. Bunun bir an "zaafiyet" olduğunu, dik durmanı, sehpanı tekmelemeni engelleyeceğini düşündün. Kovdun, duygularını sert bir duruşla. Bazen savaşın acımasızlığı ile "keskin" ve "acımasız" gibi görünebilir bir devrimci. Şairin bir sözü geldi aklına;

" ... bıraksın peşimizi, evinde ağlayanların gözyaşlarını, boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar..."

O günleri yeniden yaşayabilecek miydin? Bunu müthiş arzuluyordun. Ama olanaksızlığının bilinci de içini kemiriyordu. Yaşamı tekrarlamak… Bu mümkün değildi, biliyordun. Sevgilin ile gezip dolaştığın o yerlere yeniden gitsen bile aynı zevki alamayacaktın. Bunun için belki bilinçsizce, ama yaşamın her anını anlamlı yaşamıştın. Hele o son günlerin…
O sabahın erken saatlerinde iki arkadaşınla birlikte evden çıkmıştın. Silahlarınızı son kez yokladınız. Motosiklete binip eylem yerine doğru hızla yol aldınız. Sevinçliydiniz. Önemli bir eylemi gerçekleştireceğinizi biliyordunuz. Eylemin yankısı dünyanın dört bir yanına uzanacak, yeryüzünün tüm lanetlileri için umut olacaktı…

Aynada artık senin yüzün vardı. Parıltılarını yitirmiş mavi gözlerinin derinliklerinde tüm yaşamını okuyordun. Mutluydun. Sabahtan beri sıkıntılar içinde yattığını düşündün. Kızdın kendine. Yemek sonrasının rehavetiyle karışmış bahar yorgunluğuydu belki. Ama sen sabahki ziyaretin garipliğine verdin. Suskunluk ve üzüntü sana ölümün yakınlığını hatırlatmıştı. Canını sıkan buydu. Kalktın. Seninle aynı "kader"i paylaşan ilerki hücreye seslendin;
-Sana da ziyaret geldi mi bu sabah?
-Evet, bir gariplik vardı, ama anlayamadım.
-Tren kalkıyor mu dersin?
-Olabilir. Bizimkiler çok üzgündüler. Gizledikleri, söylemek istemedikleri bir şeyler vardı.
-Ben de öyle bir şeyler sezdim. 
-Öyle bir şeyler olsa avukat gelmez mi?
Sustunuz. Konuşacak çok şeyiniz vardı. Ama her seferinde böyle oluyordu. Bir iki lafla sınırlanır, kalırdınız. Oysa birbirinize çok bağlı iki arkadaş, iki yoldaştınız. Ortak paylaştığınız ve sonuna kadar paylaşacağınız o kadar çok şey vardı ki… Yine de böyle uzaktan seslendiğinizde bir tutukluk ikinizi de alıp götürüyordu. Aylardır bir insanla yan yana konuşamamanın, birlikte yemek yiyememenin yabanılığı sohbetlerinizi etkiliyordu. Duvarlar ağır, ağır bilinçlerinizi şekillendiriyor, uzaklık özleme ağır basıyordu. Kelime dağarcığınız daralmıştı. Böyle birkaç cümleden sonra ikiniz de kendi içinize dönüyordunuz.

Savaşı yine sessizlik kazanmıştı. Yaz sıcağı ve sessizlik iç içe girmiş, yoğunlaşmıştı. Sıcağın buharına dönüşen sessizlik sanki az sonra fırtınaya dönüşecekti. O duygu , ölüm duygusu. Yaşarkan öldüremediğin duygu bir çelik mengene gibi yüreğini sıkmaya başladı. Her aklına geldiğinde için bir garip oluyordu. Boş ver demiştin. Boş verebilir miydin? Onlarca, yüzlerce kez provasını yaptığın oyunu bir kez sahneye koyacaktın, her şey bitecekti. Heyecanlanıyordun. Oyunun hakkını verebilecek miydin? Buydu seni korkutan… Korku? Sahi neydi korku? Bugüne kadar tatmadığın bu duygu vücudunu esir almistı. Birgün okuduğun bir kitapta " yalnız aptallar korkmaz " sözlerini görünce rahatlamıştım. Hissettiklerinin adı korkuydu. Ve sen onu terbiye etmeye çalışıyordun. 
Neşeli ve canlı görünümünün, düşman karşısındaki uzlaşmazlığının altındaki bu tedirginlik zaman zaman depreşiyor ve seni rahatsız ediyordu. Yıllar önce bu duyularla romanlarda, gazetelerde tanışmıştın. Aylar önce, daha bu hücreye kapatılmamışken şaka yapıyordun arkadaşlarınla ve bir gün karar okunmuş, alelacele kendini burada bulmuştun. Eşyaların bile diğer cezaevinden daha sonradan getirilmişti. İlk günler tam anlamıyordum. Ama arkadaşlarının şakasını yaptığı olay gerçekleşmeye yönelmişti. Düşünmüştün. Mücadeleye ilk başladığın günlerden beri ölüm senin yabancın değildi. Cellatların kol gezdiği bir ülkede, onların arasında dolaşıyordun. Yine de ölüm senin için bir olasılıktı. Şimdi o korkmadığın ölüm yanı başındaydı. Yüz yüzeydin. Bu kez ölüm serseri bir kurşun değildi. Ne bir sokak çatışmasının heyecanlı atmosferinde göğsünü delecek bir kurşun, ne de bir eylem sırasında yiyebileceğin bir kurşun vardı. İşkence tezgâhlarında da ölmeyecektin. Ayakların falakada patladıktan sonra, kimse gelip kafana kurşun sıkmayacaktı. Bu kez ölüm damıtılarak geliyordu. Sen bunu her hissedişinde sarsılıyor, ölüm üzerine düşünüyor, kendi kendine tartışıyordun. Sana en çok garip gelen, ne zaman öleceğinin meçhul olmasıydı. Ölümün soğukluğunu hissederek yaşamak, ölüme bir dakika daha yaklaşırken bir olaya kahkaha atıp gülebilmek ya da karnının acıktığını hissetmek ve sonra tüm bunları oturup düşünmek ne garipti değil mi? Bir yandan her geçen dakika kendi ölümüne koşuyor, diğer yandan da insana özgü yaşama ait her şeyin özlemini çekiyor, çayın geç gelmesiyle bile rahatsız olabiliyordun. Yaşamın boş geçmemesi için vaktini değerlendiriyor, uykularından çalıyordun. Tüm güzellikler içini titretiyor, imgeleminde tekrar tekrar yaşıyor, yaşama ait en ince ayrıntıları bile gözden kaçırmamaya çalışıyordun. Bu telaşın niyeydi? Yarın okurum diye başucuna bıraktığın bir gazete sayfasını bir kez daha göremeyebileceğini biliyor muydun? Yarın karavanda tatlı gelecek diye düşündüğünde senin bu dünyayı çoktan terk etmiş olabileceğin aklına gelmiyor muydu? Sanki gideceğin yere daha bilgili, daha güçlü gidecektin. Bunun olmayacağını sen de biliyordun. Aklına ismini bir türlü telafuz edemediğin, giyotin ile ölüme mahkum edilen o ünlü kimyager geliyordu. Neydi adı? Ha hatırladın: Lavoisier. Hikayesi her aklına gelişinde hayretlere kapılıyor, biraz da utanıyordun. Utanıyordun çünkü Lavoisier, ölümünden sonrasını bile bilime adamıştı. Bir çeşit organ bağışı gibi. Hayır, daha da öte birşey. Birdaha asla denenmeyecek bir deney. Bir denek. Bu nasıl bir bilim aşkı? Karısı, çocukları yok muydu? "Onlar sana emanet" demiyor, yaşamında geride bıraktıklarına üzülmüyordu. Laboratuarında deney yapıyordu adeta.
Oysa sen burada sadece mutlak ölümünün provasını yapyordun. Ne yapmıştı Lavoisier? Ölümünü izlemeye gelecek Matematikçi arkadaşı Lagrange' ye " kafam sepete düştükten sonra iki kez göz kırparsam, insan kafası kapartıldıktan sonra beyin bir süre daha çalışıyor demektir" dedi. Lavoisier'in kafası sepete düşmüş ve gülümsedikten sonra iki kez göz kırpmıştı. Bunu ilk öğrendiğinde hayretleri içinde saygı duymuştun. Senin ölümünde bir kahramanlık olacaktı. O an bunun farkında değildin. Kahramanlar kitaplarda olmazdı. Kitaplar kahramanları yazardı.
Sen yaşamın yoğunluğunu arttırmak istiyordun. Her gece kapın açılabilir ve “haydi vakit geldi” denebilirdi. Tersine bu bekleyiş aylarca, hatta yıllar da sürebilirdi. Bu tür bir ölümde, sana aylarca beklemek düşmüştü. Bekleyecektin. Bekleyecek ve gerektiği gibi ölecektin. Ölümün ciddiyetini ilk anladığında buna karar vermiştin. Korkuyordun. Kararını başarıyla uygulayabilecek miydin? Şimdi de bunun korkusunu duyuyordun. 
Saatler süresince, bütün gece boyunca hazırlanıyordun. Ama bu sadece bir hazırlık! Tiyatro sahnesinde tek kişilik bir oyunun hazırlığı.
Söyleyeceğin her sözün, atacağın her adımın en ince ayrıntısına kadar provasını yapmıştın. Yine de bir yerde hata yaparım diye korkuyordun. Tek başına oynanan bir satranç maçı gibi rakibinin hamlelerini hem düşünüyor, hem yapıyor, böylece kendi pozisyonunu sürekli gözden geçiriyordun. Seni olası bir yanlışa, bir zaafiyete sürükleyebilecek bütün kanalları tıkıyordun. Yine de korkuyordun! Bunu da zeki olmana bağlıyordun.
Ağır ağır voltalıyor, o sıcak yaz gününde düşüncelerine yoldaşlık ediyordun. Sabah ki ziyaretin anlamı kafanı kurcalıyordu. O günün ziyaret günü olmadığını biliyordun. Böylesi bir görüşmenin ne anlama geleceği senin için açık değil miydi? Yine de bu açıklığı yüksek sesle düşünmek istemiyordun. Avukat, diyordun. Öyle bir şey olsaydı avukat da gelmez miydi? Sabırsızlanıyordun. Sen hazırdın. “Haydi, sandalyemi kendim tekmeleyeceğim, gelin" diyordun. Onlar gelmiyordu. Sinirleniyordun. Oysa biliyordun ki oyunun kuralı buydu. Sen hazır olurdun, onlar gelmezdi. Onlar gelirdi, seni tatlı düşüncelerinden koparırlardı. Bu oyun, bekleme sanatı üzerine kuruluydu. Bir eyleme giderken ki heyecan gibiydi. Sahne arkası çalışmalarında da sen böyle değil miydin? O halde neden sabırsızlanıyordun?
Düşüncelerin dönüp dolaşıp o son sabaha takılıyordu. Tetiğe basmıştın. Sanki tetiğe basan ellerin bu günün acısını çıkarıyordu. Bir daha bastın. Kurşunların tek tek Yankee ajanının vücuduna girdiğini gördün. Geri çekiliyoruz, diyen yoldaşlarının sesiyle motosiklete bindin. Ara ve dik sokaklardan yokuş aşağı hızla uzaklaştınız… Ekip otosu kurşun yağdırmaya başlamıştı. Karşınıza bir kamyon çıktı ve düştünüz. Motosikleti siper ederek polislerin ateşine karşılık verdiniz. Yaralanmıştın…

Avukatının geldiğini bildiren askerin sesi bir ok gibi yüreğine saplandı. Voltanı keserek öylece kalakaldın, şaşkındın. Heyecan yüzünü buz gibi yaptı. Donuklaştın. Yüreğin göğüs kafesini hızlı dövmeye başladı. Vücudun omuzlarından aşağı çekilir gibi oldu. Kapının sürgülerinin çıkardığı gürültü toparlanmanı sağladı. Sakin, kararlı bir ses tonuyla “geliyorum” dedin… İşte avukatında gelmişti. Demek ki bunaltıcı ve sıcak yaz gününün anlamı buydu. Beyninin köşesinde özenle koruduğu o umudun parçalanmasıyla sarsıldın. Boşlukta yuvarlanıyordun. Tutunacak, ayaklarını basacak bir dal arıyordun… "Bu dalı bulmalıyım. Bir umut olmalı. Bacaklarıma güç verecek, başımı yukarıda tutacak bir direnç bulmalıyım. Avukat da gelmişti. Gelebilirdi. Bu gün avukat görüş günü değil miydi? Görüşleri şimdiye dek hiç aksatmamıştı. Bugünün ne özelliği vardı ki?"

Hücreden çıktığında koridorun olağanüstü kalabalık olduğunu gördün. Son bir gayretle yakalamaya çalıştığın umudun kalabalığa çarpıp parçalanmıştı… Karar veremiyordun. Nereden geldiğini bilemediğin bir güç sana umut vadediyordu. Heyecanını bastırmaya çalışarak hafifçe gülümsedin… Bütün bu kalabalık koşuşturmalar benim için mi?... Onların telaşı korkunu hafifletmişti. Oyun başlamış, rakip hamlesini yapmıştı. Sıra sendeydi. Başını kaldırdın, göğsünü öne çıkarırken derin bir nefes aldın, emin adımlarla avukatınla görüşeceğin yere doğru ilerledin. Kuvvetli bir hamle yapmıştın. 
Odaya girdiğinde avukatın üzgün ve heyecanlı olduğunu fark ettin. Gülümseyerek elini uzattın:
-Selam ağabey
-Merhaba
-Tren bu akşam mı kalkıyor?
O, başını öne eğince sen anladın. 
Senin rahatlığın karşısında avukatın da kendini yavaş yavaş toparladı. Bir film anlatmaya başladı. Film bir boksörün hayatına ilişkindi. Bu ağır sıklet boksörü ringde bir adamı öldürmüş, lanetlenmişti. Bir başka maçta ringe çıkınca insanlara şunu söylemişti: “Bebekler dünyaya elleri, gözleri yumuk ve ağlayarak gelirler. Bunun nedeni dünyada kavga edeceklerini bilmeleridir. Ama insanlar ölürken elleri açık giderler. Bu, insanları yapamadıkları şeylere duydukları üzüntünün ifadesidir…”
Sonra sana döndü avukatın, bir kavga verdiğinizi, bu dünyadan gideceğinizi, başınızın dik olmasını, hep gökyüzüne bakmanızı söyledi. Sesinin titrediğini hissettin. 
“Neden üzülüyorsun ağabey? Hayrola, dağıtmayın yahu kendinizi” dedin.
Görüşme bitmişti. 
“Arkadaşlara geç kalmamalarını söyleyin” diyerek zafer işareti yaptın ve hücrene doğru uzaklaştın. 
İşte yine hücredeydin. Çevrene dikkatle baktın. Eşyaları, duvarları, kırık aynayı, ranzanı, çalışma masanı tek tek inceledin. Bir yabancı gibi soran gözlerle bakıyordun. Nesnelerin kımıltısız varlığı ayrılığı ve ölümü somutluyordu. Sanki bu mekanı ilk kez görüyordun. Dingin vücudunu çürümeye başlamış bir nesne olarak görme duygusuna kapıldın. Belki şu anda bile bir hayaldin… Bakışların aynaya yöneldi. Yarın bu ayna gene burada olacaktı. Ama senin yansın düşmeyecekti! Aynadaki yüz birkaç gün sonra çürüyecek, kurtlanacak, yok olup gidecekti. Ranzan, duvardaki lekeler, zevkle çizdiğin resimler… Her şey sen gittikten sonra da kalacaktı. Sen toprak olacaktın. Bir taş, toz zerreciği, kurumuş bir ağaç gibi hissiz ve cansız… Etin, damarların büzüşecek, gözlerin kara delik olacak, derin kemiklerine yapışacak, toprak olacaktın. Bu doğaldı. Sen de biliyordun ki, doğada bir insanın ölümüyle, bir karıncanın ölümü aynı yalınlığı yansıtır, ama tüm bu çelişkilerin odağında olmak korkunç bir ezinçti. Yaşam sensiz de devam edecekti. Koridordaki nöbetçi aynı sesi çıkartarak volta atacak, aynı saatte yemek gelecek, aynı saatte hoparlör açılacak, radyo spikerinin sesi koridoru dolduracaktı. Bol bol yerim, diye yaptığın pastanı bitirmeye bile ömrün yetmeyecek. Yarının milyonlarca insan için hiçbir farkı yoktu. İşçi Mehmet, yine rotatifinin başında ter dökecek, Gülizar Ana, belinde taşıdığı sancıyla iki büklüm tarlasında pamuk toplayacak, yeni doğan bebekler annelerine ilk gülücüklerini verecek, sevgililer buldukları kuytu yerlerde sevişecek. Mahkumlar mazgal önlerinde mektup bekleyecek, meydanlar, sokaklar yine dolacak… sevgilin, hayallerinin vazgeçilmezi sevgilin, belkide adını unutacak, burnunu sızlatan kokusu atmosfere dağılacak belkide bir çiceğe sinecek, sonra başkaları gelip koklayacak... Yakalarım diye, geceleri saatlerce beklediğin şu lanet olası fareler bile, tuvalet deliğinden başlarını uzatıp seni arayacaklar, olmayınca geride bıraktığın yiyecekleri aşıracak. Senin artık bu dünyada olmaman bir şey değiştirmeyecek. Tarih yazıları, istatistiklar seni parantez arasında sayı "o" olarak görecek, edebiyat kitapları şu an ,şimdi yaşadığın duyguları tahmin ederek kurgulayarak anlatacak ama asla neler hissettiğini bilemeyecekler.

Uzaktaki vapurun çığlığına kulak verdin. Sessizce ve kımıldamadan uzun uzun dinledin. Pencere kenarındaki saçak oluğuna gizlenmiş kumrular, dışarıdaki güzellikleri son kez görmen için davet ediyorlardı. Onları ürkütmeden parmaklarının ucunda cama uzandın akşamın serinliği yüzünü yaladı. Derin bir nefes aldın. Durağan bakışlarla önce uzun uzun gökyüzüne baktın. Lacivert gökyüzü yıldızlarla doluydu: “Delikanlım iyi bak yıldızlara, belki onları bir daha göremezsin” diyen şairi anımsadın. Gökyüzünü delmek istercesine baktın. Uzaklarda, çok uzaklarda bir yıldızın göz kırparcasına yanıp sönen ışığı bir çapak gibi gözünün içine girdi. Sonsuzluk ve boşluk duygusu içini kuşattı. Bu sürekli devinim içindeki evrenin karanlık bir köşesine fırlamış bir kum zerresi küçüklüğünde adına "dünya" dedikleri yerde yaşadığın büyük trajedinin hiç önemi yoktu. İnsanların uğraşısı ve kavgası evrenin tarihi ve yasaları karşısında ne denli anlamsızdı. Seni asmak için didinen bu "büyük devletin" çabaları gülünçtü… 
Kenti dinledin sonra. Devinen arabaların, insanları sesi, ta derinden gelen köpek havlamaları, egzoz sesi, tiz düdük sesleri… Tüm bu sesler kulaklarında uğuldadı, bir çığ gibi basınç yapıp, birbirine karıştı. Duyduğun tek şey yaşamın sesiydi. Hücreni algılayamıyordun. Kulaklarında iç içe girmiş sesler yığını halindeki vapur sireni, araba klaksonu, kuş sesleri, köpek havlamaları hep birden dans ediyordu. Yaşam senfonisi. Birden aklına bu geldi. Tan sökümünde yaşam senfonisi buydu. Düzensiz, uyumsuz ve karışık, hiçbir kurala uymak için yaratılmamış; kendiliğinden, doğal seslerin beraberliği, yaşam senfonisi. Sokaktaki insanın kuru gürültü olarak algılayabileceği bir senfoni… Ne kadar güzeldi. Daha önce bu güzelliği bu denli farkına varamamıştın… Vapurun çığlığı, kül altında kalmış korlar gibi yanan ve gerektiğinde bütün vücudunu ısıtan anılarını çağrıştırdı… İçin ürperdi. Anıların da olmayacaktı artık. Evet, bu üzücüydü. Ama yaşam devam edecek. Bu sesler yine birilerinin kulaklarında senfonik anlamına kavuşacaktı. Senin yaşamın, yerine getirilmiş görevlerin anlamını içeriyordu. O halde gökyüzüne bakacak ve yumruğunu sıkacaktın.
Kaç saatin kalmıştı? Gece yarısından sonra olacağı muhakkak. Bu düşünce seni rahatsız etti. O an yaşadığını düşündün. Birkaç saat sonra yine yaşayacaktın. Ya sonra? Tren bu gece kalkacak. Gökyüzüne nasıl bakacaktın? Ölüm ve hiçlik. Sonrası önemli değil. Ama vakit geçiyordu. Bu dakikaları tekrar yaşamanın olanaksızlığı seni çıldırtabilirdi. Ölüm… Ne soğuk bir kelime değil mi? Bir ölü, kendi ölümüne üzülmez. Ya yaşayan biri? Son sözün ne olacaktı?...
Vakit geçiyor. Zaman durmaz mı? Zamanı durdurabilir misin? Kendine gelmelisin. Toparlamalısın kendini. Onlara korktuğunu belli etmemelisin. Onlar senin kararlılığından korkmalı. Ama ölüm… Bilerek ölüm… İpte sallanmak… Acı duyar mıydın? Uzun süren can çekişme… boyun kırıldıktan sonrada birsüre... bağırsakların boşalıp altına ... tuvalete gitmeliyim... " son sözün, son isteğin nedir "diye sorarlar mı? Son sözüm belli... peki son isteğin?.. Bir şarkı, bir müzik... kabul ederler mi? Deniz , Rodrigo ''nun Gitar konçertosunu dinlemek istemişti, kabul etmemişlerdi. Sende hücrende ölümü prova ederken Albinoni' nin Adagio 'sunu ıslığınla çalardın. Seni motive ediyor, ölümünü romantikleştiriyordu. Çok mu zordu bu isteğin yerine getirilmesi?.. Çalın şarkımı , sizlere ölümü nasıl gülerek kucakladığımı göstereyim! diyordun. Çalmayacaklardı şarkını ve sen kendi marşını söyleyecektin.
Vakit geçiyor. Ne yapmalısın? Birileri bağırsa, bir ses olsa diyorsun. Vakit boşa geçmemeli. Bir daha yapamayacağın şeyler vardı. O ne, uyku bastırıyor!.. Vücudun külçe gibi, titriyorsun. Korkuyor musun yoksa? "Pişman mısın? Pişman olduğunu söyle seni öldürmeyelim” deseler ne yapardın? Hem o zaman yüreğini sıkan bütün sıkıntılardan da kurtulur, bir anda serçe gibi hafifler huzurlu olursun. Olur musun? Sen böyle bir şey yapabilir misin? Gözünü bile kırpmadan, arkana bile bakmadan tüm yaşamını çevreleyen inançlarını yadsıyabilir misin? Sen lanetlenmiş bir lütufla boynu eğik yaşamaktansa ölmeyi yeğlersin. Dünyadan koparılmış olan yaşamın senin ölümsüzlüğün olacaktır. Sen artık tek başına değilsin. Bu bir kavga, sen bir simgeydin. Kavganın bir yanında sen vardın. O gece, o saatte tüm dünyadaki ezilenlerin çığlığı senin boğazında, yumruğu senin ellerinde, gücü senin ayaklarında olacaktı. Sen onları temsil edecektin. Vücudun artık senin değildi. Onlar omuzlarındaki apoletleri, miğferi ve şapkalarıyla seni izleyecekler. Bu o büyük kavganın rauntlarından biri olacak ve sayı onlar için sayılacak.
Tanrıya inansaydın ölüm bu denli soğuk ve ürkütücü gelmeyecekti. Nasıl olsa öbür dünyada yaşayacaktın. Bunun fanatikçe bir şey olduğunu biliyordun. Ölüm sevgisi tanrı kavramıyla bağdaşabilir mi? İnsanlar tanrıya inandıkları için ölümü nasıl sevebilirler? Tanrıya inananlar çok şey kaybetmeyecekleri için ölümlerini önceden bilseler de acı çekmezler. Gerçekten öyle mi? Ya Tanrıya inanmadığı için yakılanlar, idam edilenler, engizisyon işkencelerine uğrayanlar? Birçoğunun ölürken yüzünde bir gülümseme olduğu söylenir. Giardano Buruno, Lavoisier, Pir Sultan Abdal... O halde ölümü bu denli önemsiz kılan, yaşam karşısında küçülten nedir? Ölüm karşısında acı çekmeyi engelleyenin ölüm severlik olmadığını biliyorsun. Tanrıya inanmıyordun. Ölüm karşısında senin de güçlü olmanı sağlayacak olan bilincindi. Sen, yaşamı çok seviyordun. Öylesine ki, onu en anlamlı ve en dolu biçimde yaşadın. Şimdi ikinci hamleni yapacaktın.

Koridor kapısının sürgüleri büyük bir gürültüyle açılınca, koridor onlarca ayak sesleriyle doldu. Gecenin sessizliğini bozmamaya özen göstererek, ama garip bir telaş ve heyecanla itişip kakışarak ilerleyen postallar. Yine sessizliği bozmamaya çalışan fısıltılar ve köhnemiş koridorun sıvaları dökük duvarlarında yankılanan telsiz sinyalleri. Tüm bu sesler hızla senin hücrene birikti. Kısa bir anlık duraksamadan sonra hücrenin perdesinin açıldığını, kilidin çevrildiğini gördün.
Hazırdın. Kapının açılmasıyla birlikte heyecanının geçtiğini, sakinleştiğini hissettin. O an her davranışını, her adımını kontrol ediyordun. Hücrene dolan yüksek rütbelilerin yüzlerine tek tek baktın. Onlar şaşkın ve tedirgin bakışlarla seni süzüyor, sinirli sinirli sigaralarını çekiştiriyorlardı. Kimisi sıcak yataklarından kaldırılmış olmalarına kızıyor gibiydi. Hafif bir tebessümle “haydi gidelim” diyen sesinin onları irkiltti. Üçüncü hamlen çok güçlüydü. Onlar, böyle bir hareket beklemiyor, durumu açıklayacak kelime arıyorlardı. 
Ağır ağır hücrene ve bıraktığın eşyalara baktın. Sen ilerledikçe askerler kendiliğinden çekiliyorlar, yol açıyorlardı. Hücre kapısına geldiğinde marşını söylemeye başladın. Sesin koridorda yankılanıyor, büyüyor, büyüyordu. Önce yakın hücrelerden, sonra ilerdeki koğuşlardan sloganlar ve marşlar yükseldi. O an yüzyıllık utanç duvarı, sıcak yaz gecesinde marşlarla, sloganlarla inliyordu. Herkes seni uğurluyordu. Son eylemine giderken herkes susmuş, yalnız sen konuşuyordun. Seni uğurluyorlardı. Hüzünlü ama dimdiktiler. Senin kıvılcım olacağına emindiler.

Gece karanlık. Kadıköy-Üsküdar arası yaz akşamlarının, hafif rüzgârıyla çalkanan denizin dalgaları kayaları tatlı tatlı okşuyordu. Eğlence yerlerinden çıkan insanlar çakır keyif evlerine gidiyorlardı. Son vapur iskeleden kalkmak üzereydi. Bekleme salonunda tek tük insanlar vardı. Yerler bütün bir günün telaşını yansıtırcasına pislik içindeydi. Dışarıda taksiler son yolcularını bekliyorlardı. O gece sokakların neden kuşatıldığını, polis otolarının neye refakat ettiğini kimse bilmiyordu. Evlerinde rahat yataklarında uyuyanlar, tatil beldelerinde eğlenenler de hiçbir şey bilmiyorlardı. Birkaç dakika içinde Kadıköy-Üsküdar arası yollar kesilmiş, telsizlerden şifreli mesajlar yükselmeye başlamıştı;
“Misafirler geliyor!”
Sen ellerin arkadan kelepçeli ringin içindeydin. Ayakta durmuş, bir çivi başı büyüklüğündeki deliklerden İstanbul ' a bakıyordun. Şehrin ışıkları, yanıp sönen tabelalar, karanlıktan çıkıp, karanlığa gömülen işaret levhaları, sokak lambaları, eksoz, siren sesleri, arabanın altından hızla akıp giden asfalt, kaldırımlardaki kediler, köpekler, evsiz insanlar... aralarından geçiyoriliyor, hızla kendi ölümüne götürülüyordun.

Yerin dibinde, rutubetli pis bir koridorda ufacık bir hücredeydin. Artık her şey olması gerektiği gibiydi. 
Sarıklı bir hoca gecenin hayli ilerlemiş saatlerinde bu garip koridorun görünümünü daha da garipleştiriyordu. Hücre kapısındaki küçük delikten başını uzatıp sana sordu:
-Yaptıklarından pişman mısın?
-Değilim. İnsanın pişman oldukları vardır. Olmadıkları vardır. 
-Günah işlediğine inanıyor musun?
-Neyin günah olup olmadığını tartışmayalım.
Seni ne sanıyorlardı ki? Onlar son saniyede bile kendilerini güçlü hissettirmek istiyordu. Sense bu sorunun cevabını yıllar önce vermiştin.
-Kelime-i Şahadet getirebilir misin?
O sırada koridorda ayak sesleri yükselmişti. Avukatın gelmiş, elindeki Kuran’ı hocaya vererek bir yeri okumasını istiyordu. 
“…Sizi ebediyete gönderenler zannetmesinler ki ebediyete kadar yaşayacaklar…”
Sen kahkahalarla gülünce hoca irkilmişti. 
İnfaz sırasında da söylenecek sözünün olduğunu, bu sözün insanlara tahrif edilmeden ulaştırılması gerektiğini söylemiş, bunu da ancak siz yapabilirsiniz demiştin avukatına.

Saatler 03.30’u gösteriyordu. Bütün İstanbul uykusunun en tatlı yerindeydi. Bu virane cezaevinde telaşlı, sinirli, uykusuz kalabalığın arasında sen sakin ve kendinden emindin. 
Bunca telaş senin için miydi? Elleri titreyen, oradan oraya koşturan bu insanlar senin için mi toplanmışlardı? Gülünçtü… Bir insanın ölüme gitmesi onları bu kadar çok korkutuyordu. Anlayamıyordun… Sen ölecektin, onlar korkuyorlardı…

Saatler tam 03.30’u gösteriyordu. Avlu kapısına doğru ağır ağır yürüyordun. Üstünde, idamlıklar has o ak elbise vardı. Arkadan bağlı ellerinle ağır ağır yürüyordun. Artık zaman durmuştu. 
Şimdi işleyen senin adımlarındı. Her adım ölümle arandaki mesafeyi biraz daha kapatıyordu. Sen kararlı adımlar atıyor, ölümün üzerine gidiyordun. Yaşamın hızı adımlarına bağlanmıştı. Bir saniye adımını geç atman bir saniye daha yaşam demekti.

Saatler 04.55’i gösteriyordu. Avlu kapısına geldiğinde durdun. Gökyüzü ve idam sehpası, ikisi de karşındaydı. Avukatının “gökyüzüne bak” dediğini hatırladın. Bakışlarını bulutsuz göğe çevirdin.

Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. Avluya ilk adımını atarken, darağacı tüm görkemi, ürkütücülüğü ile karşında duruyordu… Marşını söylüyordun…

Saatler tam 03.30’u gösterirken avluda yankılanan sesin son eyleminin başlangıcını belirten gong gibi yankılandı. Kalabalık şaşırdı. Bir işaretle üstüne çullandılar. Bu bir korkuydu. Onurlu bir ölüm töreninin yarattığı saygıdan duyulan bir korkuydu…

Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. Kurşuna dizilen İspanyol devrimciler ile yan yanaydın. Biraz ötende Komüntarları bir duvar dibine çekmişlerdi. Uzakta bir Narodnik kendi sehpasını tekmeliyordu. Hemen yanında Vietnamlı devrimciler sehpaya çıkmak için sıra bekliyorlardı. Julius Fuçik çoktan bir bayrak gibi sallanıyordu ipin ucunda. Deniz’in ayaklarından masayı çekerlerken avludan beyaz bir güvercin havalanıyordu.

Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. Hala marşını söyleyerek ağır ağır ilerliyordun. Karşında son eyleminizde şehit düşen, yanında kanlı elbiseleri henüz kurumamış dört yoldaşın duruyor, sana bakıyorlardı. Hafif mırıldandıklarını, marşına eşlik ettiklerini duydun. Arkalarında başkaları da vardı. Onların yüzlerini seçemiyordun. Ama yabancı gelmiyorlardı. Ağır ağır yumruklarını havaya kaldırdıklarını, gür bir sesle hep birlikte marşa başladıklarını ve güneşin batmadığı o ülkede bir tören hazırladıklarını gördün.

Saatler tam 03.30’u gösteriyordu. İdam sehpasına çıktın. Avlu gene çınlıyordu. İzleyiciler oyunun en heyecanlı yerine hipnotize olmuşçasına bakıyordu. Sen, dördüncü hamleni yaptın, haykırdın. “Kahrolsun Faşizm! Kahrolsun Emperyalizm! Yaşasın Mücadelemiz!”

Saatler tam 03.30’u gösteriyordu. Celladının elleri titriyordu. Sen slogan atıyordun, şaka yapıyordun.
“Dikkatli olun beni sakatlayacaksınız” dedin celladına ve sehpaya bir tekme attın.

Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. “Heyecanlanma be kardeşim” dedin, titreyen celladına ve gökyüzüne son bir kez baktın. Sana göz kırpan yıldız tam tependeydi. Sehpana bir tekme savurdun. İp boğazını sıkarken sen hala, “Katil Oligarşi” diye bağırıyordun…

Bu öykü, 25 Haziran 1981 de asılarak idam edilen Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan 'ın son günü kurgulanarak yazılmıştır. Diyalogları, attıkları sloganları, sehpalarına yürüyüşleri ve sehpalarını tekmeleyişleri gerçektir. 
Bu destansı yaşam ve ölümlerinin kahramanların cansız bedenleri avukatları ve aileleri tarafından teslim alınmıştır. Aradan on yıllar geçmesine rağmen isimleri, sadece kuru ajitatif olarak bildirilerde geçmiştir. Bir çok " yoldaş"ının yattıkları yeri dahi bilmedikleri bir realitedir. Onlar, "Bağımsız Türkiye " şiarını simgeleyen yanke ajanlarıyla, kendi imkanları ile elde ettikleri silahlarla kendi ülkesinde çarpıştılar. Tarih onları beraat ettirti.

.............................................................

25 Haziran

Vurulup düşmek vardı hakkı’yla
Korakor bir çatışmada
Ama olmadı
Şafakları zorlayan öncekiler gibi
Küçücük kalmış uşakların
Korkudan kısılmış gözlerinin içine bakıp
yarınlara bin selam çakıp
gitmemişçesine ayrıldınız aramızdan...

Hayri Yücel

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız