benim gençliğimde internet yoktu, tamam. peki kitaplar da sanki yeterince yok muydu ki satın almayı düşünmezdik…
belki maddi koşullarımız buna sebeptir; kıt kanaat geçinen bir aileydik; belki de ezberlenmiş davranma biçimimiz. böyle düşünüyorum ama “ne güzel ki düşünmezmişiz” diyorum hemen peşinden… kütüphaneye giderdik çünkü okumak için… ya da bir tek ben mi giderdim acaba.. ödev harici de giderdim çünkü… ve hangi sebeple gidersem gideyim genellikle bir tek ben olurdum o masanın başında kabanımla otururdum… bahçeye bakan bir masa seçer, bir yandan yağmuru seyrederdim kaçamak.
gitmelerimin büyük çoğunluğu karacaoğlan içindi… o’nun şiirlerini okumak için üsküdar’da karacaahmet’te oturduğumuz semtten kalkar, yürüyerek sahildeki şemsipaşa kütüphanesi’nde alırdım soluğu… o zamanlar önünde kocaman tekel binaları vardı kütüphanenin. varabilmek için o sokaktan geçmek zorundaydınız. tedirgin olduğumu anımsıyorum, hep yürürken korktuğumu ama korkumu belli etmediğimi… ya da öyle sandığımı belki de… korkuyordum çünkü gidilen yol on beşlerinde bir kız çocuğu için biraz tekinsiz gibiydi. variller kalmış aklımda o sokaktan ve bina önünde sigara içen adamlar bazen… müthiş bir karmaşa evet ve hep koyu gri bir renk… ve nedense hep yağmurlu anımsıyorum o tekelli sokağı… bulutlar sokağa inmiş de kalkmayacakmış gibi bir daha.. dokusu fazla erilmiş şimdiki aklımla tanımlarsam… o zamanlar eril-dişil demeyi ve öyle bakmayı bilmezdik tabi… ve doğaldır ki öyleydi; erildi yani sokak… erkeklerin yoğun bir şekilde çalıştığı yeryüzü madeni gibi kalmış rengi aklımda… koyu bir grilik hakimdi demiştim ya; belki o yüzden denize varması da beni ayrıca cezbederdi yolun. o müthiş tezat hoşuma giderdi… denize ve bir kütüphaneye varmak cami içinde… kütüphanenin bir caminin içinde olması da ayrıca pek hoş gelirdi.. sürprizli bir yerleştirme gibi her seferinde şaştığım… kütüphaneye girince, sanki hemen arkasındaki denizin kokusunu duyardım kitaplar arasında…
bir karacaoğlan’ı, bir de nedim‘i okumaya doyamazdım o salonda. dua eder gibi yollarda içimden şiirlerini ezbere mırıldandığım yıllardı… çelik bilek nasıl çocukluk aşkımdıysa teksas okurken; gençliğimde de galiba bu iki adama vurulmuştum. birbirlerinden ne kadar ayrıydılar oysa. birisi sevgilinin yüzündeki bende frengistan’ı görüyordu ve bunu aruz vezniyle dile getiriyordu, diğeri uryan gelmişti nedim gibi; ama bunun farkındaydı aynı zamanda ve farkındalığını dile getiriyordu, “uryan geldim yine uryan giderim ölmemeğe elde fermanım mı var” diyordu. deyişi kalbimden geçiyordu. ve sevgilinin düğmelerini teker teker çözüyordu habire, sanki binlerceydi o düğmeler ve binlercesi de aynı anda ilikleniyordu geri… büyülü bir masal gibiydi bendeki etkisi. ve aslı çıplak olan sevgili o düğmelerden bir türlü soyunamıyordu.
peki ya nedim… ah benim incelikli şairim… o’ndan da söz etmeliyim; damdan dama kaçmaya çalışırken ölmüş diye oturup ağlıyordum. içim sızlıyordu her düşündüğümde bu ölüm sahnesini. yüzünün şeklini bile bilmediğim bu adamın düşüşünü en ince detayına kadar gözümde canlandırıyor tekrar tekrar üzülüyordum. sanki o damdan düşmese yaşayacaktı gibi bir sıkışma duygusu kaplıyordu içimi… hemen anneme sesleniyor başlıyordum her okuyuşta mest olduğum şiirini sesli sesli ezberden okumaya:
“Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı al olmuş sana
Bûy-i gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana
Şöyle gird olmuş firengistan birikmiş bir yere
Sonra gelmiş gûşe-i ebrûda hâl olmuş sana
Ol büt-i tersâ sana mey nûş eder misin demiş
El amân ey dil ne müşkilter suâl olmuş sana
Sen ne câmın mestisin âyâ kimin hayranısın
Kendin aldırdın gönül noldun ne hâl olmuş sana
Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana”
ve okuduğum yetmiyor, bir de üstüne anlatıyordum yeniden… bak annecim şöyle demek istemiş. böyle demek istemiş… anlatırken gözlerim nasıl parlıyorduysa annem her seferinde ilgiyle dinliyordu. demiyordu ki “kızım dün de okumuştun aynı şiiri”
neyse ki arada tevfik fikret’ten her bir sözcüğü ile yağmur sesi çıkaran şiirinden de okuyordum da kadıncağız nefes alıyordu. “küçük, muttarid, muhteriz darbeler” diye başlıyor “kafeslerde, camlarda pür ihtizaz/ olur dembeden nevhager, nağmesâz / kafeslerde, camlarda pür ihtizaz /küçük, muttarid, muhteriz darbeler…” diyerek devam ediyordum. ve dizeleri yine ezberimden söylerken şiirden aldığım hazla adeta yerimde zıplıyordum.
-“anne bak duyuyor musun sen de?… sözcüklerin ahenginden çıkan dipteki sesi duyuyor musun? yağmurun tıkır tıkır damlara nasıl vurduğunu fark edebiliyor musun sözlerin tınısında?”
o da yetmedi sözcüklere yeniden vurgu yaparak bir daha okuyordum. annem; canım annem… ben cam der demez damları hatırlayıp nedim’in aklıma yeniden geleceğinden endişelenmezdi hiç; üzülüp yeniden nedim’e saracağımdan… sararsam yeniden benimle üzülecekti. ah ne güzel şiir der şiir okursam benimle yeniden coşkulanacaktı. sevgisi koşulsuzdu çünkü. hâlimiz her ne ise bizimle o şekilde akmaya meyilliydi… gözlerinden anlardım anneler çocuklarının anlattıklarından sıkılmazdı o zamanlar. çocukları mutluysa mutlu, hüzünlüyse hüzünlüydüler. annemse bu duygulanım biçiminin pik yaptığı kadınlardandı. o yüzden küçük kardeşim duvarlarını the doors’un solisti jim morrison’ın posterleriyle boşluksuz doldurduğu odasında yaşarken, “kızım bu ne hâl abartmadın mı biraz” diye kızmak yerine, kardeşimin gidip ziyaret ettiği mezar fotoğrafına baka baka o da kızıyla birlikte ağlıyordu.
tanımadığı adamların erken ölümüne ağlayabilen bir kadının kızıydık bizler. ve belki bu yüzden bir kere geçti mi içimizden geçiyordu şairler. kalbime giren hiç bir şair uyduruktan girmedi ve yine belki de tam bu yüzden bir kere girmediyse, sırf birileri onlar için “önemlidirler” dedi diye hiç bir şairi sonradan sevemedim annecim.
kaynak: http://kitapeki.com/agaca-asili-gunes-parcaciklari/