Alaz Sümer,’AVRUPA'NIN TEK "SOSYALİST" ÜLKESİNE YOLCULUK: TRANSDİNYESTER” yazısı ile pek bilinmeyen eski SSCB’den kalma bir ülkenin, Transdinyester’in sosyalist sistemle yönetilmeye devam ettiğini gündeme taşıdı.
sendikaorg yazarı Alaz Sümer,’AVRUPA'NIN TEK "SOSYALİST" ÜLKESİNE YOLCULUK: TRANSDİNYESTER” yazısı ile bugüne kadar sosyalistler tarafından pek bilinmeyen eski SSCB’den kalma bir ülkenin, Transdinyester’in sosyalist sistemle yönetilmeye devam ettiğini gündeme taşıdı.
ALAZ SÜMER
Gezmek gerçekten sihirli bir şey diye düşündüm ister istemez. Çünkü birkaç kilometreyle çok başka dünyalara ve hayatlara tanık olabilirsiniz; dil ve kültür değişimini yaşayabilirsiniz. Bazen bulunduğunuz ülkeden çıkmaya gerek bile duymadan
Daha önce ismini bile duymamış olabilirsiniz ama Avrupa’da yönetim şekli sosyalizm olan bir ülke var. Her ne kadar Moldova içinde özerk bir bölge olsa da, her ne kadar sadece Abhazya, Güney Osetya ve Dağlık Karabağ tarafından tanınsa da yakınındaki ülkelerden çok daha farklı, hatta sıradışı.
Moldova’nın başkenti Kişinev’den bir buçuk saatlik nostaljik bir otobüs yolculuğuyla Transdinyester sınır kapısına ulaştım. Kalacak yer rezervasyonunuz ile ücretsiz olarak alabileceğiniz bir izin gerekiyor giriş için. Otobüste Rusça bilmeyen tek kişi ben olduğum için ismim turiste çıktı. Muavin olan kâküllü yaşlı kadın, sınıra geldiğimizde bana Rusça olarak seslendi: “Turist, gel.” Gittim. Pasaport memuruyla tek kelime konuşmadan anlaştık. Rezervasyonu uzattım, güldü ve bana izin kâğıdını verdi. Bunu sakla tarzında bir işaret yaptı. Mesaj alınmıştı.
Ülkeden içeri girer girmez buranın Moldova’dan çok farklı olduğunu anladım. Ülkeye ismini de veren Dinyester Nehri’nin öteki tarafına geçtikten sonra değil bir kelime Rumence duymayı, Latin harflerinden oluşan bir tabela dahi görmedim. Kiril harflerini öğrenmek hayati bir önem taşıyor bu yüzden. Eğer bu konuda bilginiz yoksa otobüsün gideceği yeri bile anlamanız mümkün değil.
Transdinyester’de yaklaşık olarak 500 bin kişi yaşıyor. Herkes 35 yaşına kadar gerilla birliklerinin doğal kuvveti kabul ediliyor. Sosyalizmi yıkma girişiminde bulunanlarsa diğer sosyalist ülkelerdeki uygulamalardan farklı olarak vatandaşlıktan çıkarılarak sınırdışı ediliyor. Hostel sahibimizin söylediğine göre bu şekilde ülkeden atılanlar kapitalist sistemde yokluk çektikleri için geri dönmek istiyorlarmış. Sosyalist olmak ve Rusça öğrenmek şartıyla buraya göç etmek ve kişilik özelliklerine göre bir işin ucundan tutmak mümkünmüş.
Ülke, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etmemiş ve yönetim şekli olarak sosyalizmden vazgeçmemiş. O zamanki anlaşmalarla Moldova topraklarında kalmış kalmasına ama her yerde ülke bayrağıyla birlikte Rus bayrağını görmek mümkün.
Başkent Tiraspol’ün ana caddeleri Karl Marx, Lenin, Rosa Lüksemburg, Karl Liebknecht ve 1 Mayıs. Sosyalizm mirası geniş bulvarlar, güzel kafeler, restoranlar ve propaganda afişleri sizi şehrin her yerinde karşılayabiliyor. Parlamentonun önünde ve önemli devlet binalarında Lenin’in heykeli bulunuyor. Otobüslerin kapıları da dahil olmak üzere her yerde orak çekiç görmeniz mümkün, çünkü aynı zamanda devlet armasında yer alıyor.
Para birimi Transdinyester Rublesi. Başka bir para birimiyle alışveriş yapmanız mümkün değil. Bu yüzden ülkeye girer girmez paranızı yerel birime dönüştürmenizde fayda var. Pazarları kapalı olabiliyor döviz büroları. Ancak yazı boyunca fiyatların euro karşılığını yazacağım.
Anayasa ve kanun metinleri büfelerde bile satılıyor. Bir şeyler yemek için gittiğim büfede, “Anayasa var mı” diye sordum bu yüzden. Büfenin sahibi çıkarıp uzattı hemen, komünist partinin resmi gazetesi ile birlikte toplam bir euroya mal oldu.
Evler başkentte bile genelde tek katlı, ahşap ve işlemeli. Sokak sokak gezerseniz çok güzel ayrıntılarla karşılaşmanız mümkün. Bu evlerden bir tanesi ise kadınların işlettiği bir restorandı. İçinde Marx, Lenin ve Stalin büstleri bulunan, tuzlukların yanına taze koparılmış çiçek koyulan lokantalardan. İsmi Volna. Gittiğimde Rusça haricinde bir dil konuşabilen bir insan görmedim. Bu yüzden biraz da gergin görünen kadınlar ne derse “da” dedim. Önüme Kişinev birası, Borş çorbası ve et yemeği getirdiler. Toplam iki euro ödedim.
Ülkenin ihraç ettiği tek şey konyak ve viski. Markalarının ismi bile Kvint. Küçük şişesinden aldım ve nerede “Ben Kvint içiyorum” desem ilgiyle karşılandım, zevk sahibi olduğum söylendi. Özellikle 5 senelik konyağının tadı gayet güzel, şiddetle tavsiye ediyorum.
Yolum ülkedeki tek üniversiteye düştü sonra: Transdinyester Devlet Üniversitesi. Rusça kurslarını sormak için içeri girdim ama kapalıydı. Sonra “Bari şu koridora gireyim” diyerek güvenlik görevlilerini ikna ettim, kabartma ve resimlerle dolu koridoru gezdim. Tamamen Sovyet ruhunun korunduğu bir üniversite olmuş. Bir süreliğine de olsa burada eğitim almak ne güzel olurdu dedim içimden.
Ülkenin bir de futbol takımı var: Sheriff Tiraspol. Geçmişte UEFA Kupası’na katılmışlar. Hatta daha sonradan aklıma geldiği gibi Beşiktaş ile de oynamışlardı ama Sherrif’in Transdinyester takımı olduğunu medyadan görmek imkânsızdı. Ayrıca bu takım ismini, ülkenin en büyük şirketinden alıyor. Buna da “Sheriff kapitalizmi” diye ayrı bir parantez açmakta fayda var: Futbol takımına ek olarak alışveriş merkezlerinden akaryakıt istasyonlarına, bankalardan süpermarketlere, inşaattan medyaya, GSM şirketinden alkollü içki üretimine kadar birçok sektörde faaliyet gösteren büyük bir şirketten bahsediyoruz.
Başkentte gezilecek yerlerin arasında Tank Anıtı, Lenin Anıtı, parlamento binası, Suvorov Anıtı bulunuyor.
Ertesi gün başka bir şehre gidip turistik yerlerden uzaklaşmak istedim. 21 numaralı dolmuşa atlayıp Bender’e gittim. Bender, ülkenin ikinci büyük şehri. Birkaç saatte gezilebilir. Ben de gezmeye otobüs garından başladım. Sovyetlerden beri yenilenmemiş ama korunmuş. İçerdeki seyahat haritasına baktığımda Sovyetlere dahil olmayan bir şehir gördüm: İstanbul! Demek ki o zamanlarda da buradan İstanbul’a direkt otobüs varmış. Garda yukarı katta Sovyet temalı, gösterişten uzak bir kafe var. Oraya çıkıp kendime Borş ve şerbet söyledim. Ödediğim para bir euro bile değildi. Duvarlardaki resimleri, flamaları ve eşyaları uzun uzun inceledim. En beğendiğim, üzerinde orak çekiç kabartmaları bulunan beyaz bir telefon oldu.
Dışarı çıktığımda ucu görünmeyecek kadar uzağa kadar giden bir tezgâh dizini gördüm. Bu, Bender bit pazarıydı. Halı, kıyafet, elektronik, kitap, koleksiyon paraları… Benim için gerçekten bir cennetti diyebiliriz. Problemlerle karşılaşmadım mı? Karşılaştım. Mesela tezgâhlarda duran yaşlı kadınlara “Bu ne kadar” diye soracak kadar Rusçam vardı ama cevabı anlayacak kadar yoktu. Sonra hesap makinesini onlara doğru götürdüğümde fiyatı yazmayı reddettiler ve beni “cık cık cık” sesleri eşliğinde kınadılar. Bir süre sonra sormamaya başladım ben de. Surat ifadeleri bizim pazarcı teyzelerle aynıydı hep. Oradan kapalı pazara geçtim. Bender’in balı ünlüymüş. Küçük bir kavanoz alıp, Rusların dillere destan ekmeklerinden biriyle birlikte tadına baktım. Şimdiye kadar yediğim en lezzetli bal diyebilirim. Kapalı pazarda beni şaşırtmayan ama vurgulamak istediğim bir şeyle tekrar karşılaştım. Kasaplar dahi kadın. Sovyet ülkelerinin hepsinde bu durum böyle. Ekonomik hayatın temel taşları, kadınlar. Bunda sosyalizmin eşitlikçi düşüncesinin yanı sıra savaşlarla azalan erkek nüfusu da etkili olmuştur.
Oradan ayrıldığımda diğer durağım Bender Kütüphanesi oldu. Sosyalist modernist mimari ile yapılan ve her ayrıntısıyla zarif bir kütüphane. İlk başta okuma yazma bilemeyecek yaştaki çocukların kütüphaneyi doldurmasına şaşırmıştım ama sebebini sonradan anladım; kütüphanede internet bedava! İçeriye girdiğimde nostaljik bir televizyonda eski Sovyet şarkıları çalıyordu. Oturup bir süre bu klipleri izledim. Yukarıya çıkıp okul sonrası internete giren ve kitap okuyan çocukları izledim, fotoğraf çektim.
Şehirdeki son durağım Bender Kalesi oldu. Şansıma şarap şenliği varmış. Bu aynı zamanda resmi tatil olarak kabul edilen bir günmüş ve çoluk çocuk kaleye toplanır, etkinliklerle eğlenirlermiş. Bu şenliğe denk gelmiş olmak da beni mutlu etti.
Ertesi gün yine aynı eski otobüsle Kişinev’e doğru yola koyuldum. Dinyester Nehri’ni geçtikten sonra Rumence tabelalarla karşılaştım. Gezmek gerçekten sihirli bir şey diye düşündüm ister istemez. Çünkü birkaç kilometreyle çok başka dünyalara ve hayatlara tanık olabilirsiniz; dil ve kültür değişimini yaşayabilirsiniz. Bazen bulunduğunuz ülkeden çıkmaya gerek bile duymadan!
(KAYNAK: SENDİKA.ORG)