"Sana ışık içinde uyu diyemeyeceğim canım kardeşim; çok uyudun! Acıların, uğruna ömürlerimizi verdiğimiz Kürt, Türk, Filistin ve Ortadoğu halklarına bir atom tanesi kadar umut ve mutluluk verdiyse ne mutlu sana!"
ALİ DOĞU ÇAKIROĞLU
Ne en ateşli kavga günlerinde, ne kazada ağır yaralanıp kan kaybından ölmek üzereyken bulunup kurtarıldığında, ne iki çatışmada delik deşik olduğunda, ne 12 Eylül öncesinin Mamak günlerinde, ne basit bir ameliyat diye girdiği ameliyattan sonraki 21 yıllık yarı-koma durumunda böyle bir yazı aklımın köşesinden geçti. O yaşamaya direndi; sanki bizim gibi kavga arkadaşlarına uzun uzun düşünecek zaman bıraktı. Ve kaçınılmaz son geldi ve yine kaçınılmaz görevi yerine getirme sırası geldi.
1974 yılının ortasında çoktan tahliye olmuş, küçük nüvelerle sendikalar, üniversiteler, liseler, gecekondu mahallelerinde çalışmaya başlamıştık. O yaz üniversitedeki bir arkadaş grubundan söz edenler, onlarla mutlaka tanışmam gerektiğinde ısrar ettiler. Gülüşerek aralarında bir “Körpe” arkadaş var; çok seveceksin dediler. Bu kadar ağır bir devrimci mücadelede garip bir şaka ama hemen açıkladıkları için bunun takma ad olmadığını da anlamış oldum. Üniversite’de Faşistlerle çatışmada yakalanıp yakalanıp poliste sürekli dayak yiyen bu arkadaşların doğal liderleri, o zaman siyahlar gibi epey koyu tenli sürekli gülümseyen bir delikanlı! İzmir siyasi şubede meşhur siyasi komiser Muhlis, bu gözaltılardan birinde arkadaşı görünce, bu daha körpe dokunmayın ona demiş de arkadaşlar da bu komik sıfatı çok sevmiş! Bu bir üniversite öğrenci geyiği mi, gerçek mi hiç öğrenemedim. Tabii benim ve arkadaşlarımın adını hepsi biliyor; ben bu gruptakilerin hiçbirinin adını bilmiyorum: Körpe, Kocakafa, vb… Bu da çok ilginç bir illegalite!
Bir gecekondu mahallesinde evimiz var. Oraya çağırdık. 20’li yaşlardayız. Kimse yerinde duramıyor; konuşacak çok şey var ama herkesin de “işi var!” Sihirli iki kelime… Devrimden daha ciddi iş yok: Bildiri, afiş, yazılama, seminer, panel, toplantı, grev, boykot, halk ozanlarının konserleri, tiyatro, sinematek, faşistlerle dövüşme, vb. Bunlar daha büyüyecek olan mücadelenin ilk adımları bile değil… Hem Mahir’in “devrimci küçük iş, büyük iş ayrımı yapmaz” sözü, hem “şu yürüyen devrim arabasına bir omuz daha verme” uyarısı sürekli bir şeyler yapmaya zorluyor. Güzel şiirler, alıntılar da yolu kolaylaştırıyor; Brecht, savaşçılar yoruldu mu savaş yitirilmiş demektir diyor. İşte tam karşımızda bu komik lakaplarla gelen arkadaşlar da tesadüfen aynı kafadan. Konuşmalar şiirlerle süslü; Nazım, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe, Brecht! Bazen en ciddi PASS ve Kesintisiz tartışmasının ortasında bir Enver Gökçe dizesi giriveriyor… Ama konu çetrefil; bir iki saatlik bir tartışmayla geçiştirilecek gibi değil. Üstelik hepimiz yıllarca susturulmuş ezilenlerin sesi olduğumuzdan, hiç durmadan konuşmak istiyoruz. Bu konuşma faslı bir sonraki haftaya, aya sarkıyor.
Bu uzun konuşmalar dizisinde dilimizin aynı olduğu ortaya çıkıyor. Kızıldere sonrasında suskunluğu bozuyor; ayağa kalkıyoruz! Ama önce hiyerarşimizle bağlı olduğumuz bir yapı var. Bu görüşlerimizi kabul etmeleri için uğraşacağız. Kabul etmezlerse onlar da oportünizmin dipsiz kuyusunda debelenecekler. Karşımızdaki arkadaşlar da, özellikle Hüseyin’in iyi okuduğu belli. Çoğu devrimcinin hayal edebileceği kadar çok okumuş ve okuyor. Kesintisizler, Emperyalizm, Emperyalist Ekonomizm. Douglas Bravo, İnti, Carlos Marighella, Tupamarolar, Neto, Cabral, Ho Amca, Giap, Mao, Lin Biao, Kim İl Sung… Liste uzayıp gidiyor. Bu basit bir şaşkınlık değil. Belki bunların hepsini değil bir kısmını okumuş ama neredeyse tıpatıp aynı düşünen İstanbul’dan da genç devrimciler var. İleride “Kasabalılar” adıyla tanınacak olan Manisa’nın Turgutlu ilçesinden devrimci gençler de var. Umudu besleyen de bu. Ege Üniversite’sinde gençlik mücadelesinde ilk kez atılan “Kızıldere Son Değil Savaş Sürecek” sloganına temel oluşturan da bu umut. İşte bu umudu ilk yeşertenlerin en başında gelen kişiydi Hüseyin Demirci. Sonra ilk büyük öğrenci mitinglerimiz, Şark Sanayi’den başlayarak bir seri grev ve işçi direnişi.
Nazım’la resimlerinin çekilmesini engellemek için gittiğimiz mitingde Hüseyin’in muhteşem konuşmasına tanık olduk. Kalabalık bir öğrenci mitinginde o zamanki deyimle “kitleyi coşturdu.” Sadece etrafının devrimci öğrenci kalabalığıyla dolu olmadığı ve tam İzmir’de üniversite ve lise öğrenci derneklerinde sağlam bir temel atılacakken en yakın çevresinden ilk darbeyi yediği dönem de oldu. Yine neşeli, yine babasının İzmir’de ilk kez deniz görmesini kahkahalarla anlatmaya devam etti. Ama artık ileri gitmenin karşı cephedekilerden çok arkanda kalanlarca frenlenebileceğini gördü. Hepimiz tartışmaları çok severken, bu yeni tartışma ajitasyonlarla geçiştirilebilecek gibi değildi. Sevgili Sinan Çiftyürek’in çok uzun yıllar sonra bir konuşmasında dinlediğim gibi, “enerjimizi almaya başlamıştı.” Sonrasında 3 arkadaşın öldüğü anlamsız bir trafik kazasında yaralandı ve çok uzun hastanede yattı. Hastaneden bacaklarına takılmış platinlerle çıktığında, kazada ele geçen yazılar, vb. nedeniyle de legalite bitmiş, yarı illagalite dönemi erkenden başlamıştı. Arada yine bir banyo yaparken gazocağından zehirlenmiş, son anda kurtulmuştu.
Kazadan sonra deli dolu devrimci genç, etrafındaki arkadaşlarla birlikte o zamanki deyimle “deşifre olunca” mayalanan gençlik çalışmasından yavaşça çekilmek zorundaydı. Bu karışık dönemde görüşlerimiz uzun, bitmeyen tartışmalarla berraklaşmaya başlayınca, hiyerarşi olarak bağlı olduğumuz yapı bizim için büyük isimleri ikna çalışması için gönderdiler. Hüseyin’le bu adamların korumalığını yaparken, ilk kez daha sonra tüm mücadelede göreceğimiz şeyi gördük: Her şey göründüğü gibi olmayabilirdi. Tabii daha sonra kitlesel çalışmaların sadece Ege’de olduğunu da ağızlarından kaçırdılar. Bu sefer sıra en alçakgönüllü biçimde kendi yolumuzu çizmeye geldi. Gerçekten mücadele etmekten başka yol yordam bilmeyen, fraksiyon diplomasisinden hiç anlamayan 20’li yaşlarının başındaki gençler olarak, Avrupa’daki bu “bürokrat kılıklı” insanlarla ilk sınır çizgimizi çizmeye çalıştık. İdeolojik mücadele denen şeyi kitaplardan okuduğumuz ve sözlü tartışmalardan tanık olduğumuz kadarıyla biliyorduk. P-C’nin bir yerlerde reorganize edildiğine, karıncalar gibi bu çabaya katkıda bulunabileceğimize inanıyorduk. Çok daha utangaçça olmayan bir şekilde dile getirmeye başlamıştık; Kızıldere’de onlar değil bizim gibi alt ve orta kadrolar olmalıydı! Teorilerden daha fazla hoşumuza giden bu saptama oldu. Yeni yazılarımız, konuşmalar, faaliyetler bizim için olağan devrimci “süreç”ken, önce sözlü, sonra da yazılı uyarılar gelmeye başladı: Şimdi herkesi güldürebilecek bir şekilde, koyu esmer Hüseyin’e “İdi Amin”, bu satırların yazarına da sırf kendilerini korumamızı istedikleri zamanki alet edevattan dolayı “Tommiks” lakabını kondurmuşlardı. İkimizin birliğinin adı “İdi Amin Cuntası.” Yine gülünç olan bunları ideolojik mücadele diye yazıp çizmeleri ve bildirileri de etrafımızdaki kişilere dağıtmaları! Bu komediye çok güldük geçtik ama arkasından en yakın arkadaşlarının Hüseyin’in de içinde olduğu bir “infaz listesi”yle dolaşmaları komedinin komedi olarak kalmadığını gösterdi. Bu coşkulu, yerinden duramayan delikanlı için bu kadar fazlaydı. Şu İdi Amin cuntası ve 8 kişi daha. İsimleri birer birer teyit ettirdikten sonra sıra meşhur soruya gelmişti: “Ne yapmalı?” Benim için problem, Hüseyin’in coşkulu tavrı ve elinden ciddi anlamda kaza çıkma ihtimaliydi. Bu bir maç ise sadece faullü bir maç gibiydi. Sonra güzel bir yol bulduk. Bu listeyi yazan arkadaşımız karşısında bütün listeyi birden görmeliydi. Yani “sen zahmet edip arama; bak biz zaten geldik!” Onun en yakın arkadaşlarından biriydi ve Hüseyin için ciddi bir kırılmaydı.
Sonrası üniversite gençlik hareketini disipline etme çabaları, “Savaşı Sürdüreceğiz” broşürüyle açıklanacak olan bir dizi yazılı ve sözlü tartışma geldi. Şimdi bu 20’li yaşların başındaki genç sempatizanların çıkardığı dersleri sıralamanın yeri burası değil. Ama eleştiri-özeleştiri mekanizması içinde kalıp nasıl her şeyin tartışılabildiği, kolektif bir yazım faaliyeti gösterilebildiğini öğrenmiştik. Buna demokratik merkeziyetçilik deniliyordu. Kızıldere’den sonra insanlar bizim “Çayanist, Guevarist, Castrist” olduğumuzu söylemeye başlamışlardı. Oysa bu “izm”ler zerre kadar umurumuzda değildi ve daha 1974 ortasında basit bir ilkede anlaşmıştık: “Kişi putlaştırmacılığı yok.” Kendimiz bir parti yuvarı olduğumuzdan partinin inşasından sonraki dönem üzerinde kafa yormayacaktık. Politik mücadele sadece emperyalizm ve oligarşik diktatörlüğe karşı olacaktı; ideolojik mücadeleyi sadece ideolojik yöntemlerle yapacaktık. Sonra bu Hüseyin’in görevi olacaktı: Ajitasyon ve propaganda!
Meşhur bir deyim vardır: “Zamanlama manidar!” Bu anlattığım iç sorunlardan ve güvenilmez arkadaşlıklar nedeniyle, yine Mahir’in ünlü sözüyle “herkesin her şeyi bilmediği bir örgütlenme” adımı atmaya yine birlikte karar verdik. Bu birlikte karar verme kolektif bir mekanizma gibiydi. Onun üniversite grubundan ve bizim 1972-1973 grubumuzdan çok sayıda insanın Yurtdışı’yla farklı bağları vardı. Sonra örneklerine sıkça rastlanan ikili oynama zaten bu alt orta sınıfın ve küçük burjuvazinin sınıfsal karakteriydi. Bunu en iyi anlatan devrimci jargon “O anlamda, bu bağlamda” diye söze başlamaktı. Evet, Yurtdışı grubundan 1976 yılında kesin kopmaya karar verdiğimizde, bunu yüzde yüz güvenebileceğimizi düşündüğümüz çok az kişiyle paylaştık. Kafamızda Mahir’lerin Küpelilerden koparken yaptığı açıklama vardı. “Onlarla birlikte hareket edenler de ihraç edilecekti, vb.” Yılların mücadelesinin kısır döngü gibi süren tartışmalardan kurtulamayacağını düşünmüştük. Bunun için yaptığımız dar toplantıdan, her şeye katılıyorum diye çıkan M. A. adlı arkadaşımız, İzmir’e dönüp “Yurtdışı” grubuyla bağlantılı kim varsa uyardı. Fakat araya 1 Mayıs 1977 katliamı girdi. Katliamın tozu dumanı yatıştıktan sonra artık EB’nin ve DK’nın bağımsız faaliyete geçeceğine hiçbir şüphe kalmadı. 1 Mayıstan yaklaşık 15 gün sonra, bu kez yurtdışı grubuyla bağlantılı kişiler kendi tedbirlerini aldılar. “1. Var olan tüm malzemelere el koymak (nedense akıllarına hep bu geliyor;” “2. Bana ve Hüseyin’e bir muhtıra vermek,” “3. Muhtıralarına uymazsak konuşma bahanesiyle çağıracakları bir evde ikimizi enterne etmek.” Sonrasını kendilerinin de bildiğini sanmıyorum. Sonrası şöyle geldi: Önce “sağ sapma”, “sonra “sol sapma,” en son “provakatörler!”
Yine coşkulu ve herkes gibi arkasından, beklemediği yerden herhangi bir darbe aldığında dünyası kararan Hüseyin’le birlikte verdikleri buluşma yerine gittik. Sonra bizim hiç kimseye haber vermeden onların yanına gidişimizi Nazım ciddi ciddi eleştirdi. Neyse, kargacık burgacık el yazısıyla muhtırayı verdiler. Ben okudum, “Dün İ. D., bugün D.E. yarın kim? Bu duruma dur diyoruz, vb…” Bunu okuyan bana çok mesafeli olduğu için yanaşamazken, Necdet Göğüş Hüseyin’in üzerine atlamaya çalıştı. Sonra konuşalım diye birlikte eve girdik. Evde de birkaç kişi. Aklımıza gelmeyen şekilde hazırlanmışlar. Darbeyi de başlatmışlar. Biz daha sonra Mayıs Darbesi derken böyle başlayan bir süreçten söz ediyorduk. Daha sonra önde gelen kadrolar toplandı; bu kadrolar G. K. oldu. G. K. gizli oyla bir M. K. seçti. Seçim de yapıldı; Hüseyin bu kez M. K. ajitasyon ve propaganda sorumlusu oldu. Sonra bilinen tutuklanmalar, bu seçim sayılmaz, bir seçim daha, vb. Bu 1977 Mayıs’ından Hüseyin’in Mustafabeyli’de onun yaralandığı, Nazım Kuru’nun öldüğü 25 Şubat 1978’e kadar aralıklarla hiçbir yerde değildi ve her yerdeydi. Mustafabeyli’de olmamaları gerekiyordu. Sonra öğrendik ki İstanbul’da yaralı yakalanan Hilmi’yi kurtarmak için yola çıkmışlar! Sonra Adana ve Antep cezaevi süreçleri ve Antep’ten çıkarılması kısa tarihinin ilginç bölümleridir. Ankara’da yine çatışmada ikinci kez yaralı yakalandıktan sonra Mamak’ta bir araya geldik. Eleştiri-özeleştiriler, tartışmalar, sevinçler, üzüntüler, Mamak’tan GATA’ya kaldırılan Emine’nin ve Hüseyin’in kızı Güler’in doğumu… Güler’in doğumundan sonra en çok sayıkladığı isim Güler’di. Mamak’ta genellikle yemek yerken sık sık bayılıyor ve 3-4 dakika sonra uyanıyordu. 12 Eylül sonrası küçük askeri uçakla Mamak’tan Adana’ya mahkemeye götürülüyordu ve buna da espri yapıyordu: “GATA’da çocuğu doğuyor; uçakla mahkemeye gidip geliyor.” Sonra bu kez büyük nakliye uçağıyla 5-6 saatlik yolculukta İstanbul’a getirildik. Bizi gören bir astsubay “sizi deniz atmasınlar?” demişti. 12 Eylül’ün ilk günleriydi. “Biz nereye gittiğimiz biliyoruz, siz nereye gittiğinizi bilmiyorsunuz” gibi ters cevabı alınca, hepimizi şaşırtmıştı. “Biz ordunun proletaryasıyız. Yanınızdaki karacılar gibi faşist değiliz!”
Biz 1990 Ağustosu’nda çıktıktan sonra, Antep olayı yüzünden o daha uzun yattı ve çıktığında İzmir’de tekrar buluştuk. Yurtdışına gidecekti; arkasından mahkeme iddianamelerini gönderdik. Uygun zamanda görüşmeye söz verdik. Sonra o trajik ameliyat sonrası 21 yıl süren yarı-koma durumu geldi. 13 yıl cezaevi, 1975’te kazadan sonra bir yıla yakın hastane… 20 yaşında devrimle tanışan bir Kürt delikanlısının kısacık ömrüne bu kadar olay sığdırması, bu kadar kitap, şiir okuması, bu kadar eylem sığdırması şaşırtıcı geliyor. Che, devrimin insanı insan yaptığını söylerken böyle insanları kastetmişti. Yine de etten kemikten insanın bu kadar acı çekmesi, bu kadar acıya esprilerle, şiirlerle katlanması 78 kuşağından insanlarda iyi özelliklerden biri. Kızan, öfkelenen, haykıran, isyan eden, susan, konuşan, okuyan bir kuşağa Hüseyin kadar iyi örnek zor bulunur. Zafer ya da yenilgi tarihi belirler. Ekim Devrimi çökünce en büyük zafer yenilgiye dönüşürken, bizimki dâhil Üçüncü Dünya devrimci mücadelelerinde yenilgi zafere dönüşüyor.
Sana ışık içinde uyu diyemeyeceğim canım kardeşim; çok uyudun! Acıların, uğruna ömürlerimizi verdiğimiz Kürt, Türk, Filistin ve Ortadoğu halklarına bir atom tanesi kadar umut ve mutluluk verdiyse ne mutlu sana!
21/Aralık/2020 Ali Çakıroğlu