bir adam geçti ocağımdan. eski bir sevgiliyle hasret giderir gibi günlerime asıldı şiirleri. dudaklar, kollar, saçlar doluştu kulağıma. kendime ziyafet çektim usul usul dizelerinde.
“şimdi sen kalkıp gidiyorsun
git
gözlerin durur mu, onlar da gidiyorlar
gitsinler
oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin”
sonra picasso’yu düşündüm birden. nedense birdenbire adı ağzıma geldi. kendiliğinden olan şeylerde dikkat kesilirim ben. muhayyilemin yaptığı bu tür ani birleştirimlerin dil sürçmelerinde olduğu gibi gerçeğe kapı araladıklarını o kadar çok deneyimledim ki…
evet, picasso’yu düşünür buldum birden kendimi… objelerde, kavramlarda gözün gördüğünden daha fazlasını şekillerle veren ressamı. eşyanın uzaklık ve yer içinde kapladığı alanın peşine düşmüş çizgilerini. her nesne boşlukta asılıdır aslında ancak biz o boşluğu görmez nesneleri görürüz. ve çok az insan boşluğun farkındadır; sesi fark edebilmek için sessizliğin farkında olmak gibidir boşluğu fark etmek de… fizikçiler bize maddenin katılığının yanılsama olduğunu söylerler. bedenimizi de içine katarak söylersek katı maddelerin büyük çoğunluğu dahi boşluktur. büyüklükleriyle kıyaslandığında atomların arasındaki mesafe çok geniştir. dahası her atomun içinde bile çoğunlukla boşluk vardır. böyle bakıldığında iki ten birbirine hiç bir zaman tam olarak değemez. diyeceksiniz ki ne güzel süreya’dan, şiirden, onlarsız edilemeyen gözlerden söz ediyorduk. nereden çıktı bu atom bahsi, nereden çıktı boşluk. dedim ya hepimiz boşlukta asılıyız ve picasso bunu fark etmiş. o yüzden onun resimlerinde eller, gözler, burun olması gereken yerde değil. oynak bir sıvının içinde dans edercesine yüzde dans ediyor uzuvlar onun resminde… işte cemal’e tam da buradan bağlayacağım konuyu.
“önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda
sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar
sonra yüzün onun ardından gözlerin, dudakların
sonra her şey çıkıp geldi
bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
sen çıkardın utancını duvara astın
ben masanın üstüne kodum kuralları
her şey işte böyle oldu önce”
o anda anladım cemâl süreya’nın şiirlerindeki kübist yaklaşımı. o da aynı kübist ressamlar gibi (picasso gibi, braque gibi) nesnelerin, duyguların çevresinde dolaşıyormuşcasına birkaç bakış açısından, cepheden, yandan, üstten, alttan bakarak aynı imge üzerinde gösteriyordu şiirinde ayrı ayrı geçen olayları ve nesneleri. boşlukta asılıymış gibiydi duygular onun şiirinde; kâh masanın üstündeydi, kâh kaldırılıp duvara asılıyordu utanç. o yüzden “sen şimdi çağındasın yanına varılacak, önünde durulacak, tam elinden tutulacak” dedikten sonra soruyordu sevgiliye:
“ hangi bir elinden güzelim hangi bir ”
çünkü “sevgilinin bir eli boyuna ekmek kesiyorken, bir elinde kızlığı duruyor, öbür elinde yetişkin bir gün ışığı, bir diğer elinde kilometrelerce hürlük tutuyor” oluyordu söz konusu olan kadın, cemâl’in şiir kahramanı olunca.
işte tam bu noktada benim için de “kübik şiirlerin şairi” oluyordu cemâl süreya. belli ki boğazına takılıp kalan türkçe, o barış dedikçe boğazına tıktıkları güvercin uyandırmıştı içinde derin susan, vagonlarda kaybolmuş çocukluğunun dipli dilini… sessizlikteki sesi değil sesteki sessizliği duymuştu kulakları ve boşlukta sallanıyorduk hepimiz dizelerinde. kelimelerin altında hep kan oldukça o anlatmanın acemi bir yolunu bulmuştu her seferinde. içinde dönen duyguları anlatmada kıvrak olmuştu dili…
yağmur her gün farklı yağıyordu ve taşlar diziyordu o, sözcük sözcük şiir bahçesinde sulara yol vermek için. su yolunu bulsun ve her seferinde yeni şarkısını söyleyebilsin diye bulutlara. çünkü bulutlar da her güne yeni gözleriyle uyanıyordu ve sular her gün başka akıtıyordu ırmaklarını. içindekini dümdüz söylemek olmazdı boşlukta asılıyız diyen adam için. içinde hep susan o çocuk konuştukça burnumuz ağzımız sevgili oluyordu birlikte keşfe çıkan… yer değiştiren bir kâşif oluyorduk biz şiirlerinde.
anladım; tam da o yüzden içimize işliyordu kokusu.
http://kitapeki.com/