Avustralya doğumlu Dr. Helen Caldicott üç çocuk annesi ve sonuncusu Ekim 2017’de olmak üzere 1997-2017 yılları arasında ABD’de yayınlanan, çeşitli dillere çevrilmiş 11 kitabın da yazarı.
Türkiye’de, Korol Diker tarafından Türkçe’ye kazandırılarak Dr. Ümit Şahin’in önsözüyle Yeni İnsan Yayınevi tarafından basılan “Nükleer Enerji Çözüm Değil” kitabı ile tanınan Dr. Helen Caldicott ilk baskısı ABD’de Fukushima felaketinden önce 2006’da yayınlanmış olan kitapta nükleer enerji ve nükleer silahlar arasındaki benzerlik ve bağlantıları açıkça ortaya koyarak nükleer enerjinin iklim değişikliği tartışmaları arasında gelişimlerini sürdürmek arzusunda olan ülkelere düşük karbon emisyonlu enerji olarak pazarlandığına dikkat çekiyor.
Kitap aynı zamanda yenilenebilir enerjilerin gittikçe daha tercih edilebilir rekabetçi niteliğe kavuşmakta olmasına rağmen toplumların neden ve nasıl nükleer enerjiye yönlendirildiğini de anlatıyor. Gerek nükleerin gerçekleri üzerine kendisinden kitapları aracılığıyla çok şey öğrendiğim gerekse mücadelesinden esinlendiğim bir kadın olan Dr Helen Caldicott ile bu sene Eylül ayında IPPNW tarafından organize edilen, kendisinin de konuşmacı olduğu “İnsan Hakları, Gelecek Nesiller ve Nükleer Çağda Suç” temalı konferansta bir araya gelme fırsatı buldum. Yeşil Gazeteokurlarını düşünerek daha kalıcı hale getirdiğimiz sohbetimizde Dr. Caldicott hayatını, mücadelesini, dünyadaki nükleer silahların durumunu anlattı, Türkiyenin nükleer planları hakkında değerlendirmelerde bulundu.
Sevgili Dr.Caldicott, bize hayatınızın 45 yılını radyoaktiviteye karşı mücadeleye adamış olmanızın sebeplerini anlatır mısınız ?
Benim hikayem 16 yaşımda “On The Beach/Kumsalda”adlı kitabı okumamla başlar. Bu kitap nükleer savaşla ilgiliydi ve yaşadığım şehir olan Melbourne dışındaki tüm insanlar ölüyordu, ardından radyasyon yavaş yavaş Melbourne’a da gelmiş yeryüzündeki yaşam da nihayetlenmişti. Bu kitap benim üzerimde çok etkili oldu ve 1956 yılında tıp okumaya başlayarak radyasyon, nükleer silahlar, mutasyon ve kanser hakkında bilgi edinmeye çalıştım. 1971 yılında Fransızlar Atmosferik Test Yasağı Anlaşması’nı delerek Pasifik Okyanusu’nda atmosferik denemeler yaparken ben “ Çaresiz Tutku/A Desperate Passion” adındaki kitabımı yazdım. Sonra yaşadığım yer olan Adeleide’da yüksek radyoaktif serpinti oldu ve bu atmosferik testlerin sütte radyoaktif kirliliğe yol açması nedeniyle çocukların lösemi ve kanser olma ihtimali üzerine gazeteye bir mektup yazdım. Gazete bu mektubumu yayınladı. O gece Fransızların Maruora Mercanlarında yaptığı atmosferik testlerle ve bunun neden olduğu radyoaktif serpinti ile ilgili olarak televizyonda konuşuyordum. Adelaide’da ciddi bir serpinti oldu ve insanlar tepkilerini göstermek için Fransız ürünlerini protesto etmeye başladı. Fransızlar ne zaman bir bomba atsa ben televizyonda radyasyonun sağlık etkileri hakkında konuşur olmuştum, annelere çocuklarının hangi durumlarda kansere yakalanabileceğini anlatıyordum. Paris’e daha sonra Başbakan yardımcısı olan bir yetkiliyle birlikte giderek Fransız Hükümetine “Neden Pasifik’te denemeler yapıyorsunuz?” diye sorduk. Fransız yetkililer “Bizim bombalarımız zarar vermez” diyerek yanıtladı sorumuzu. Bunun üzerine biz de “Öyleyse neden Akdenizin ortasında patlatmıyorsunuz bunları?” diye sorduk. Bu kez cevapları Akdeniz çevresinde çok fazla insan yaşadığı yönünde oldu. Böylece hayatımda ilk defa kendi nükleer denemeleri nedeniyle dünyadaki çocukların ölmesini umursamayan çıldırmış politikacılarla karşı karşıya gelmiş oldum. Bu çok anlamlıydı. İzleyen süreçte Goffmann ve Tamplin’in birlikte yazdığı “Zehirli Güç” adında bir kitap okudum ve hayatım değişti. Daha önce uranyum veya nükleer güç veya nükleer atık konusunda hiçbir şey bilmiyordum. Dehşete düşmüştüm.
Hemen Avustralya’daki maden sendikası ile iletişime geçtim ve onlarla uranyum madenciliğinin sağlığa etkileri üzerine konuştum. Bana konuşma fırsatı vermişlerdi fakat işlerine ihtiyaçları olduğunu da söylemişlerdi. Ben yine de onları uranyum madeninde çalışmalarından dolayı testislerinin harici radyasyona maruz kalarak ışın aldığını bunun gelecekteki çocukarı ve spermleri için çok kötü olduğu konusunda eğitmeye çalıştım. Onlara uranyum madeni içinde radon gazı soluduklarını, uranyumun da radon gazının da kanser yaptığını anlattım. Bu gerçekleri öğrendiklerinde sendikadakiler şok olmuştu ve Avustralya genelinde uranyum madeni sendikaları uranyum madenciliğinin ve uranyum ihracının durdurulması yönünde karar bildirdi. Bu sadece insanlara biraz bilgi vermekle mümkün olmuştu. Uranyum madenciliği yasağı 5 yıl sürdü.
Peki mücadelenize diğer doktorlar nasıl dahil oldu?
Harvard Tıp Fakültesinde kistik fibroz kliniğindeki işim için ailemle Amerika’ya gittiğim süreçte nükleer enerjinin tehlikelerini ele aldığım“Nükleer Çılgınlık” adındaki kitabımı yazdım. Kitap oldukça ünlendi ve ardından ben de kısa adı PSR olan “Sosyal Sorumluluk için Hekimler” örgütünü kurdum. New England Tıp Dergisi’ne nükleer enerjinin sağlık etkileri üzerine bir ilan koydum. Dergi tam da Üç Mil Adası Nükleer Felaketi’nden bir gün sonra yayınlanmıştı. Bunun üzerine binlerce doktor PSR’ye katıldı ve birlikte nükler savaşın tıbbi etkileri, sağlık boyutu üzerine sempozyumlar düzenledik. Bu sempozyumları ABD genelindeki büyük tanınmış üniveristelerde gerçekleştirdik. Bir taraftan da ben TV programlarına başlamıştım. Holywood’da film starlarını ektrana çıkaran bir kadın programcı beni onlarla birlikte ekrana taşıdı. Halkın geneli söylediklerimi duymaya çok ilgili olmasa da film yıldızlarıyla beraber ekrana çıkınca bir şekilde ilgi çekiyordum.
Televizyon kanalıyla toplum genelinde bir farkındalık yaratabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Evet. Nükleer enerji ve nükleer savaş gerçekleri konusunda onları bilgilendirmeye çalıştım. 5 yıldan fazla bir süre bu eğitim çalışmalarıma devam ettim aynı zamanda meslektaşlarıma da eğitim verdim. Programımız 153 bölüm sürdü ve bu beş yıl içinde 23 bin doktor üyemiz oldu. Nükleer savaşın sağlık etkilerini anlatmak için mektup yazmakta, sunumlar yapmakta çok aktif olduğumuz bu süre zarfında Amerika’da yaşayanların %80’inin nükleer savaşa karşı olduğunu söyleyebilirim.
Mücadelenizi yürütürken ülke liderleriyle de bir araya gelerek Fransa başbakanıyla yaptığınız gibi görüşmeler gerçekleştirdiniz mi?
Evet. Başkan Reagan’ı ziyaret ettim, kendisiyle 1 saat 15 dakika görüşmemiz oldu, ona bilgi verdim. Kanada Başbakanı Pierre Trudeau ile de görüştüm ve onu 5 kıtada 6 barış insiyatifi kurmaya ikna ettim. Gorbaçov’la da bir görüşmem oldu. Ayrıca Japonya, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Belçika, Hollanda, İsveç, Danimarka, Norveç, İngiltere, İrlanda, İskoçya ve daha pek çok ülkede doktorların bu konuda sivil toplum örgütü kurmasına önayak oldum.
Fukuşima Felaketi’yle birlikte dünya genelinde nükleerin gerçekleri de daha iyi anlaşılmaya başlandı. Örneğin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından tayin edilen yıllık 1 milisievert sınır dozun siyasilerin eliyle 20 milisieverte yükseltildiğine tanık olduk. Bu konuyu bir doktor olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet çıldırmış olmalılar. Japonya’da çok sayıda nükleer santral var, bunların çevresinde nükleer endüstri ve poitikacıların işbirliğinde nükleer köyler kurulmuş bulunuyor, öyle ki bu ülkede ülkeyi nükleer endüstrinin hükümeti idare ettiğini söyleyebilirim.
Türkiye’de yayımlanan kitabınızda insanların maruz kalabileceği yıllık dozun Uluslararası Atom Enerji Ajansı tarafından 70 kilo ve 25 yaş üstünde beyaz bir erkeğe göre tayin edildiğinden bahsediyorsunuz. Bu durumda kadınların ve çocukların radyasyon karşısında daha kırılgan daha zarar görebilir durumda olduğundan bahsedebilir miyiz?
Evet. Çocuklar yetişkinlere göre radyasyondan 10-20 kat daha fazla etkilenebilirler. Kız çocukları da erkek çocuklara göre daha kırılgan bir yapıda. Anne karnındaki bebekler binlerce kat fazla etkilenirken kadınlar da erkeklere göre neredyse iki kat daha fazla kırılgan yapıda ve bu uzun zamandır biliniyor.
En son Kuzey Kore’nin nükleer test gerçekleştirmiş olmasına ne diyorsunuz?
Kuzey Kore bir şehri havaya uçurabilir fakat dünyayı havaya uçurma ihtimali olan yalnızca ABD veya Rusya’dır, bu iki ülkenin yapabilecekleri gerçek anlamda tehlike ifade eder. Bugün dünyada 64 bin nükleer bomba var ve Amerika ile Rusya bunların %94’üne sahip. Rusya ile ABD arasında bir dünya savaşı çıkması her şeyin sonu demektir. Kuzey Kore ABD’nin kendileri ile diyalog kurmasını istiyor. Dünya genelinde ticari anlaşmalar yaparak normal ilişkiler geliştirmek isstiyorlar, bunun için Barış Anlaşması imzalamaya da hazırlar. Kuzey Kore nükleer silah kullanmak istemiyor.
Dünya ölçeğindeki barışın, nükleer silahlarla güvenliğin sağlanmasına bağlayabilenler var, onlara ne söylersiniz?
Bu yalana inanmamalılar, silahla barışı sağlamaya çalışmak eril bir düşüncenin ürünü.
Almanya’da halka iyot hapları dağıtıldı. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nasıl?
Evet, biliyorsunuz, iyot hapları insanlara onlar radyasyona maruz kalmadan önce verilmelidir, maalesef genelde iyot haplarının dağıtılmasında çok geç kalınıyor. Ancak iyot hapları önceden alınırsa tiroid bezlerinin radyoaktif iyot yerine normal iyot ile dolması mümkün olabilir. Fakat nükleer lobi nükleer kaza olduğunu saklama eğilimi gösterdiğinden halk bilgi sahibi olamadığı gibi iyot haplarının alınmasında da çok geç kalınmış oluyor. Bununla beraber unutulmamalı ki nükleer reaktörden yayılan radyoaktivite radyoaktif iyottan ibaret değil. Sezyum 134 ve 137, stronsiyum 90 ve diğer 200 çeşit izotop da yayılıyor. İnsanlar bunu anlamıyor, iyot haplarını alırlarsa radyasyondan tamamen korunacaklarını sanıyorlar. Unutmayın zamanında alsanız bile iyot hapları yalnızca tiroid bezinizin radyoaktif iyotla dolmasını önler ama diğer organlarınız diğer izotopların etkisine maruz kalacak ve risk altında olacaktır.
Mücadelenizi verirken karşılaştığınız zorluklar ve engellemeler oldu mu?
Evet, insanları bilgilendirmeye çalışırsanız hapse girmeye hazır olmalısınız. Henüz kimse beni öldürmedi ama 8 defa tehdit mektupları, telefonlar aldım. Ölmeye hazırdım. Sadece inandığım yolda devam ettim.
Türkiye’de Akkuyu, Sinop ve İğneada adı altında 3 nükleer santral projesi olduğunu biliyorsunuz. Buralarda üçüncü nesil nükleer reaktörlerin kurulması planlandığı söyleniyor. Kitabınızda üçüncü nesil nükleer reaktörlerin diğerlerinden farkının maliyet düşürme çalışmaları olduğundan söz ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Evet, maliyet çalışmaları nükleer reaktörlerin daha az maliyetle nükleer reaktör inşa etmesi için yapılır, tasarruf içindir başka bir iyileştirme öngörülmez. 3.nesil reaktörler daha düşük maliyetli olduğu kadar da maliyet azaltımını hedefleyen ucuz parçaların kullanılması nedeniyle daha tehlikelidir.
Güvenli nükleer santral yoktur diyorsunuz, bunu sizden daha detaylı alabilir miyiz?
Her şeyden önce nükleer santrallerin zararlarından korunmak mümkün değildir. Milyonlarca yıl etkisi baki kalan radyoaktif atıklardan bahsedelim. Nükleer atıklar kaçınılmaz olarak dünyadaki yaşamın temelini oluşturan DNA yapısını, genleri, canlı türleri bozunuma uğratacaktır. Daha fazla bir şey söylemeye gerek yok. Suya ve besin zincirine karışan radyoaktivite kanser ve genetik hastalıklara yol açacak konjenital deformasyona neden olacak, sadece insanlarda da değil hayvanlarla bitkilerde üzerinde de genetik değişimler meydana gelecektir.
Türkiye’ye mesajınız nedir?
Türkiye’de nükleer santraller kurulmasına izin vermeyin. Topraklarınızdaki NATO silahlarından kurutulun, çünkü onları sınırlarınız içinde tutmanız sizin için riskli. Uluslararası Nükleer Silahları Yasaklama Koalisyonu-ICAN’e katılın, destek verin.
Dr. Helen Caldicott. teşekkür ederim.
Teşekkürler.
Röportaj ve çeviri: Pınar Demircan – Yeşil Gazete