Aramadı. Bugün de aramadı. Oysa ararım demişti. ”Mutlaka görüşürüz, geleceğim.” de demişti bir keresinde. “Yanında susabildiğim tek ağaç sensin.” i de eklemişti. Demek böyle oluyordu.
Cabir Özyıldız
Aramadı. Bugün de aramadı. Oysa ararım demişti. ”Mutlaka görüşürüz, geleceğim.” de demişti bir keresinde. “Yanında susabildiğim tek ağaç sensin.” i de eklemişti. Demek böyle oluyordu. Mesafeler, soğutuyordu bazı şeyleri. İnsan dediğin, nisyanla maluldü.
Nasıl olur diye düşündü. Gecenin bir yarısı kendi kırgınlıklarını, kopan yapraklarının dalında bıraktığı boşluğunu unutup, yanı başında nefeslenen rüzgârı avuttuğunu, soluğunda bir nehri bağışlayan dağı, bir yarayı sağaltırcasına devinen cümleyi, göğsünde kendi serçesini öptüğünü nasıl unuturdu? Şaşırdı. Alışkındı ama yine de garipsedi. Uzun uzun sustuklarını, geceyi sessizce adımlayan kelimeleri, tek bir mimiğin anlatabildiklerine şaşırdıklarını… Yaşantılarının buruk anılarıyla dolu fotoğraf albümlerini, dinlenmiş, olgunlaşmış, ovulup parlatılmış o anıları bir sigarayı bölüşür gibi bölüştüklerini… Daldı gitti.
Belli ki aramayacaktı. Ararım demişti ya. Demek ki hislerinin sönümlendiğini, merak duygusunun giderildiğini, konuşulacak bir şey kalmadığını içinde bir yerlerde kanıksadı. Belki bir yaşam gailesi tutturdu, gülüşecek yeni birilerini buldu. Zamanı birlikte ağrıtacak ya da tek bir ter damlasında soluklanacak. Belki de yaralarının kabuğuna dokunmak, yalnızken güzeldi. Kim bilir?
Kendi yaralarını da bir anı parçası yardımı ile kanırttı. Kanırttığı yerden sözcükler, anlar, bir fotoğrafa sabitlenmiş zamanlar, upuzun gecelerdeki kalabalık konuşmalar sızdı. Aldı, sıcak soluğuyla tek tek üfledi üstlerine. Hatırladı, üzüldü. Hatırladı, göğsünde bir kuş curcunası, kirpiklerinde hüznün gölgesi, parmaklarında kamaşma. Hepsini yaranın kabuğunun altına yerleştirdi yeniden. Kanırttığı yerin üzerine sözcüklerden bir yara bandı. Şimdilik tamamdı. Ama ya sonra? Biliyordu. Unutmayacaktı. Şimdiye dek hangi yarasını unutmuştu ki?
Beklemek; deniz fenerlerinin, kayaların, kalebentlerin işi. Rüzgâr burgaçlarının göğsünü yontacağını bile bile beklemek… İnsan dediğin, gökte bulut. Yaşam ne yan eserse, o yan sürükleniyor. Bazen çivilenmiş gibi de kalabiliyor, rüzgarsız. Ama en çok deniz gibi kendini kıyıya vurup duruyor. Her vurduğu kıyıdan bir şeyler kopartarak ya da özünü bırakarak çekiliyor kendi içine.
İnsan, göğsünde büyüttüğü kuşlar kadar vardı. Bunu bildi. Onların pırpırlanan kanatlarını, küçücük soluklarını dinledi. Ölenleri andı; gidenleri, eksilenleri uğurladı. Eksilenler ki en çok öptükleriydi. Buna çok ağladı. Bir veda metni tasarladı kafasında. Sonra vazgeçti. Acıyı acıyla ovmak, kesiğe tuz basmak onun harcı değildi. Buna sevindi. Eksilen kuşların da kendi sözcükleri ve uçmak için gerekçeleri vardı.
Deniz kenarlarını ne çok sevdiğini ayrımsadı. Uzun suskunluklarda dalgaların hışırtısına göğsündeki ağrıları usulca bıraktığını, gözlerini ufuk çizgisine sabitleyip oralarda bir yerlerde bir anıyı adımladığını, bazen yavaşlayıp kiminde de hızla uğrunduğunu anlatmamıştı. Bütün bunları nereden bildiğini düşündü. Elbette kısalıp uzayan nefes alışverişlerinin içinde devinip duran sözcüklerden, taşrayı bir sızı gibi göz bebeklerinde taşımasından, durup durup sarılma isteğinden…
Son konuşmadaki sesinin tınısına eğildi. İnanarak mı inanmasız mı konuştuğunu, ağzının devinimlerini, yüzündeki mimikleri getirdi gözünün önüne. Unutuş kuyusundan o gün söylenmiş cümleleri çekti çıkardı. Harflerin tozuna üfledi. Hala sıcaktı. Bugünkü kadar sıcak. Sanki az önce dilde işlenmiş ve dudaklar arasındaki tornadan çıkmış gibiydiler. Oysa o konuşmanın üzerinden hayli zaman geçmişti. Ayırdına vardı. Göğsünden bir kuş daha eksildi…