Çok aradım, kimleri kimleri araya koydum da yok. Yaş almış başını gitmiş, cıva gibi gençler dururken benim gibileri ne etsinler? Onlar da haklı bir yerde. Ne uğraşacaklar çoluklu çocuklu, götü göbeği salmış adamla. Ama yılmadım, tanıdık tanımadık, uzaktan selam alıp verdiğim herkese sordum, ne iş olsa yaparım deyip milleti usandırdım.
Buldum azizim buldum. Evvel Allahın izni sonra da mahalleden Balyoz Kamil abinin lütfu sayesinde sonunda bir işim oldu. Gerçi Kamil abi bu lütuf mütuf laflarını duysa ağzıma sıçar ya, duymasa daha iyi. Hoş bulduğum işi de rezilleyip kendimi mahpus damına da tıktırdım ya, oraya da geleceğiz.
Balyoz Kamil şantiyeci. Kaynakçı ustası. Mahallede pek durmaz, dursa da kahveye felan çıkmaz. Nerden duymuşsa duymuş zor durumda olduğumu. Hızır gibi yetişti mübarek. Önce, “Gelsin bi konuşalım,” demiş. Gittim, gitmem mi? Yapıştım ellerine. “Höst!” dedi ilkin, sonra da tane tane anlattı. İşimiz şöyle zor, böyle zor diye. O ne derse ben tamam dedim. Yaparım, öğrenirim, kulun kölen olurum. “Şu kulluk köleliği bir yan koy hele,” dedi. “Sen emret onu da yan koyarım,” diye yaltaklandım. Kızdı ben öyle söyleyince. “Emir yok, iyilik yok, dayanışma var,” deyince aydım ben mevzuya. Lafı fazla uzatmadı, “Gurbete çıkabilir misin?” diye sordu. “Çıkarım,” dedim. Çıkılmaz mı yahu, borç gırtlağı zorluyor, neredeyse ağzımdan çıkacak. İmkân verseler Fizan’a gideceğim.
Sordu, “Kaynak yapmayı bilir misin?”
“Yok, ama öğrenirim.”
“Şalamo, ispiral?”
Sorduklarının hiçbiri bende yok. Ama ne sorarsa sorsun öğrenirim deyip çaresizce gözünün içine bakıyorum.
Anlaştık anlaştık ve üç gün sonrasına sözleştik. Sen hiçbir şeye karışma ben sana bildiğim her şeyi öğreteceğim dedi ve beni uğurladı. Fakat uğurlamadan önce son bir şey söyledi, “Bak aslanım, iki hafta sonra, ben evi avradı özledim filan dersen bozuşuruz,” deyince ben, “Abi gözünün çapağını yiyim, borçlar cin peri olmuş üstüme üstüme geliyor, hangi ev hangi avrat?” deyince ses etmedi.
Kamil abi eski tüfeklerdenmiş. Bilmiyordum, öğrendim. Hiç evlenmemiş. Bir anası bir kendi. İşi gücü, çalışmak ve okumak. Onların ötesinde sen ben gibi bir insan. Öyle iri yarı, kalıplı filan da değil. Önceleri ona niye Balyoz Kamil dediklerini anlamamıştım. Ta ki biz iş hususunda anlaşıp da Kamil abi omzumu tıpışlayana kadar. Ben tıpışlama diyeyim de siz omuzum çöktü anlayın.
Başladık başladık. Önce Sinop, sonra Malatya, ardından Kars derken Ankara’yı tuttuk. Zaten ne olduysa Ankara’da oldu. Oraya daha sonra geleceğim. Az sabır.
Başlangıçta, bu tür işlere alışkın olmadığımdan imanım gevredi. Sırtım, kolum, bacağım belim derken tutulmadık, ağrımadık yerim kalmadı. İki kez elimi kestim, onlarca kez çekici parmağıma vurdum, kaynak yaparken ellerimin kaç kez yandığını saymıyorum bile. Mesai bitimlerinde yorgunluktan malak gibi yayılıp uyuyordum. Ne yemek, ne banyo. Zor oldu ama öğrendim. Kamil abi ne bilirse çocuğa anlatır gibi anlattı. Gösterdi, öğretti. İskeleyi çatarken, kaynak yaparken, kırka seksen profilleri keserken sigarası hep dudağının ucunda, anlattı durdu. Yalnız işi de öğretmedi. Bir dolu şey anlattı. Ne anlattıysa kayıt cihazı gibi ezberime aldım. Kısacık bir zamanda beni feleğin çemberinden altı kez geçirtti de kılıma zarar gelmesine izin vermedi. Hep koruyup kolladı. “Aman aslanım, çoluğun çocuğun var, bilinçli bir işçi ol ve alın terine saygı duy,” deyip durdu. Beni, daha iki aya kalmadan kaynakçı ustası edip kendi kalın kabuğuna çekildi.
Kamil abi bana işi öğretmekle de kalmadı. Ustabaşı sıfatıyla maaşıma zam, rütbeme de çift pırpır taktı. Zamanla borcu harcı bitirip de elime fazladan da para geçince ben hafiften gevşemeye başladım. Görüşme dedikleriyle görüşmeye, oynaşma dedikleriyle enseye tokat kıça parmak atmaya meylettim. “Kır dizini otur,” dediği yerde dabır dubur kıpraşmaya başladım. Arpa fazla geldi tabii. Kamil abinin deyimiyle “lümpen işçiler” sınıfına dahil olmaya başladım. Eskiler boşuna dememişler, “alışmadık götte don durmaz” diye. Benimki de o hesap. Kamil abinin öğrettiklerinin işime gelen yanlarını ayıkladım, gerisini de ufak ufak unutmaya başladım.
Ben bunları yaparken Balyoz Kamil hiçbir şey demedi. Uzaktan baktı. Ayıpsamadı, garipsemedi. Sanki bildiği, öngördüğü şeyleri yapıyormuşum gibi şaşırmadan, tuhafsamadan izledi. Yalnız bir keresinde çok sinirlendi. Sinirlendi dedimse de öyle bağrış çağrış, küfür kıyamet etmedi. “İki gözüm,” deyip devam etti, “sen anlattıklarımı ezberlemişsin ama özümseyememişsin.” O an arkadaşlarla onaltılık inşaat demiriyle birbirimizi dürtüklüyorduk. Sinirini ona saydık.
Neyse, günlerden bir gün Balyoz Kamil abinin annesinin kötülediği haberi geldi şantiyeye. Kamil abinin hayattaki en değerli varlığı, durur mu? Döndü anasının yanına. Tabii o gidince şantiye ustabaşılığı bendenize kaldı. Öyle olunca da bende bir kasılma, bir gerinme sormayın gitsin. Kıçım yere yakındı, o günden sonra hep bir yükselişe geçti. Ama yine de Kamil abinin annesi iyileşir de döner diye hep istim üzerinde kaldım. Rezilledik ve de kudurduk ama az da olsa bizi frenleyen bir şeyler var. Kamil abinin ağır gölgesi ve balyoz kadar güçlü eli.
Uzatmayayım. Aradan bir zaman geçtikten sonra Kamil abinin şantiyeye dönmeyeceği ortaya çıktı. Biz o vakit saldık makaraları tabii. Şahtık, şahbaz olduk. Rezilliğin bini bir para. Ne iş ahlakı koyduk ortalıkta, ne disiplin, ne de işçi onuru. Herkes bildiğini okumaya başladı. En birinci de ben. İşi savsaklamaktan başka, yalan dolan, patrona yaltaklanma ve Kamil abinin tabiriyle “kendi sınıfına ihanet” olarak da arkadaşlarımı gammazlamaya kadar vardırdım kepazeliği. Üstüne her akşam soluğu Bent Deresinde, pavyonlarda almaya başladım. Farfaralı Bengü’nün iri memeleri, Civelek Sevda’nın değirmen gibi kalçaları derken gemi azıya aldık. Artık, gelsin alevli meyveler, gitsin gazozlu şampanyalar. Haliyle çoluğun çocuğun nafakasını konslara, dandik şampanyalara saçtık. Zamanla para da yetişmez oldu. Gelecek ayların maaşlarını, edilmemiş mesailerin paralarını da alır olduk.
Eevi de boşladım tabii. Para yollamamakla birlikte, aramaz sormaz oldum. Arada hanımın ısrarlı aramalarına cevap verip birkaç yalan uyduruyordum ya, sonradan o da sökmez oldu. En son görüşmede hanım, milyon tane beddua sayıp çocukları alıp babasının evine döndü.
Dedim ya maaşları gelmeden, mesaileri etmeden alıyorum diye. E tabii alıştığımız âleme onlar da yetmemeye başladı. Düşündüm taşındım ne yaparım, nerden ne çıkartırım. Kıçım başım ayrı oynamaya, gözlerim yuvalarında dört dönmeye başladı. O güne kadar zaten sıçmışız, biraz da sıvayalım dedik ve bu işe yeltendik. Kimle? Tabii ki şantiyenin en uyanığı ve de tereyağından en kıl çekeri Papikçi Sami ile. O paf küfe ben de pavyona para yetiştiremiyorum. Anlayacağınız birbirimizi ikna etmek pek güç olmadı.
Önceleri her şey çok kolaydı. İnşaat demirlerini, elektrotları, çiviyi, şunu bunu Papikçi Sami’nin bulduğu bir toptancıya yarı fiyatına satıp durduk. İş kolay, para tatlı gelince de iyice cıvıttık. Nasıl olsa kimse anlamıyor diyerekten takım taklavatı da satmaya başladık. Kaynak makineleri, ispiraller, hatta çekiç ve murçları bile nasıl olsa koca şantiye, kim bilecek diyerek elden çıkardık. Ama işte etme bulma dünyası, daha önce gammazladıklarımdan biri yaptığımız filme uyanıp bizim işi patrona yetiştirince yakayı ele verdik.
Beni pavyonda Farfaralı Bengü’yü mıncıklarken, Papikçi Sami’yi de odasında dumana vururken aldılar. Mahkemede yüzümüzü cıncıkla sıyırıp suçu birbirimizin üstüne attık ama nafile. Hâkim kararı okuduğunda salya sümük ağlaşmaya, yalvarıp yakarmaya davrandık. Yok, hiçbiri fayda etmedi. Hâkim dört yıl sekiz ay gün verdi.
Mahpus hayatına alışmamız hayli zaman aldı. Ben eşekliğime yanıp, Papikçi de harmanlığından kafamızı neyi bulduysak ona vurduk. Zamanla alıştık tabii. Başladık düşünmeye. Neyi mi? Papikçi ne düşündü bilmiyorum ama ben kendi adıma çocukları, yaptığım hataları, sıçıp sıvadıklarımı, Balyoz Kamil abinin söyleyip öğrettiklerini. Ha bir de yalan olmasın şimdi, ara ara da Farfaralı Bengü’nün iri memelerini.