Kültür

Cabir Özyıldız yazdı: Eksik

Arzuhalcilikten gelme Yaşar olanı, ömrünün önemli bir kısmını mahpusta geçiren Nazım olanı, dört çocuğunu kalemiyle doyuran Orhan olanı ve diğerlerini düşündü....

7 Temmuz 2020 Saat: 19:39
Cabir Özyıldız yazdı: Eksik
Cabir Özyıldız yazdı: Eksik

CABİR ÖZYILDIZ


Çöp kamyonunun gürültüsüyle işçilerin işe gidiş saatlerinin çakıştığı saatte kalktı. Tuvalete gitmeden önce çaydanlığı ocağın üstüne oturtup altını yaktı. Zamanı tasarruflu kullanmayı severdi. O tuvaletten çıkana kadar su kaynama noktasına gelir, sigara altı yaptığı ekmek parçasına azıcık bidon peyniri ekeler, sonra da demlenmiş kaçak çayını alıp Olympia marka daktilosunun başına geçerdi. Bu zamanda hâlâ daktiloda yazma ısrarı, uzun yılların alışkanlığı mıydı yoksa yazdığı öykülere ayrı bir hava verdiğine olan inancı mıydı, bilemiyordu. Döşemesi yer yer yırtılmış sandalyesine oturup, dün Kürt mahallesinde dinlediği öykünün notlarını kontrol etti. Genelde öyküleri dinlediği evin bahçesinde, avlusunda, bir mahsuru yoksa da evin bir odasına kurduğu daktiloda sıcağı sıcağına yazmayı seviyordu. Öyküyü dinlediği yerin müsait olmadığı zamanlarda ise kısa kısa notlar alıp dinlediklerini kafasına kazıyor ve yazma eylemini eve taşıyordu.

Adam, her yeni öyküye başladığında kalbinin hızlı hızlı atmasını engelleyemez, daktilonun tuşlarına vuran parmak uçları uyuşurdu. İkinci üçüncü paragraftan sonra kalbi eski ritmine döner, tuşlara alışan parmaklarının uyuşması geçerdi. Daktiloyu iyice kendine doğru çekip son kez notlarına baktı ve yazmaya başladı. Öykü, göç ve göçebelik üzerineydi. Öykünün ikinci paragrafında durdu. Köylerinden zorla göç ettirilen ailenin öyküsünü kurmakta zorlanıyordu. Bir sigara yaktı ve ustalarım yazsalardı bu öyküyü nasıl kurarlardı diye iyice kafa yordu. 

Sonra ustalarının karakalem resimlerinin asıldığı duvara dikti gözlerini. Üçünün de yüzlerine uzun uzun hayranlıkla bakarak öykülerini, romanlarını, şiirlerini ilk kez okuduğu zamanları anımsadı. Tekrar tekrar, feyz alarak okuduğu ustalarını yad edip “Ah…” dedi. “Hiç karşılaşamadım ki o kıymetli ustalarımla. Onların zamanında yaşamış olsaydım, onlarla mahpus yatmaya bile razı gelirdim.” diye iç geçirdi. “Belki öykü yazmadaki vasatlığımı eleştirir, bana tavsiyelerde bulunurlardı. Ben de onların eleştirilerini dikkate alır, deli gibi çalışırdım. Onlar müsveddelerin üzerini karalar, orayı öyle yap burayı böyle yap derler, ben de onların direktiflerine uyar, öykülerimi onlarınki gibi bir özgünlüğe kavuştururdum.” 

Sonra sigarasından derin bir nefes aldı, sesindeki geç kalmışlık, sigarasından aldığı nefesle iyice çatallanarak “Yetişemedik azizim, yetişemedik. Ortalıkta ne güzel bir at kaldı ne de o güzel ata binip gidecek iyi insanlar. 

Neden sonra, aklına Kürt mahallesinde konuştuğu yaşlı adam geldi. Çaresizliğin ellerine vuran titrekliğini, tütünün sararttığı bıyıklarını, kederle bakan gözlerini, sesinde harflerin dağınıklığından belli olan tedirginliğini, kırık bir Türkçe ile anlattığı göç yolculuğunu, eksik ya da yanlış anlatırım kaygısıyla çırpınan görüntüsünü düşündü. Ta gençlik yıllarından beri nerede giden-gelen, göç eden ya da göç etmek zorunda kalan birini görse, içi garip bir hüzünle dolardı. Şimdi yaşadığı Kocavezir Mahallesi de Suriyeli mültecilerle doluydu. Elbette onların da öykülerini yazacaktı ama onların biraz daha Türkçe öğrenmelerini bekliyordu. Canı sıkıldı, kalktı ve çayını tazeledi. Sigara paketinden yeni bir dal çekti, sigarasını kibritle yaktı. Tutuşan tütünün dumanı ve kibritteki kükürt kokusu birbirine dolandı. Sonra o iki koku, adamın nefes borusundan ciğerlerine doğru ağır ağır dolmaya başladı.

Nerede incinmiş bir dal, iklimini şaşırmış bir rüzgâr, kederli bir aşk gölgesi, sümüğü burnunda hüzünle bakan bir çocuk, elindeki tahta parçasıyla yere dalgın şekiller çizen adam, mağaza vitrinine dalan genç bir kız, yorgun eve dönen bir işçi görse, tutup üzerlerine bir öykü yakıştırıyordu. Ama sonra o öyküler iç içe giriyor ve adamın düşünceleri, bir öyküde sabit kalamıyordu ve bu durum onu müthiş öfkelendiriyor, yazma şevkini kırıyordu. Şimdi de öyle olmuştu. Günlerdir mahalle mahalle, sokak sokak gezip daktilosunda yazdığı ya da notlar tuttuğu öyküleri kuramıyor, kafasında bir sonuca ulaştıramıyordu. Şu yaşına gelmişti ama hâlâ çıkartmak istediği kitaba uygun ve içine sinen öyküleri bir araya getirememişti. Beceriksiz miydi? Ustalarından hiç mi bir şey öğrenmemişti? Onların en sıkıntılı günlerde bile takır takır kitap yazdıkları döneme takıldı. Arzuhalcilikten gelme Yaşar olanı, ömrünün önemli bir kısmını mahpusta geçiren Nazım olanı, dört çocuğunu kalemiyle doyuran Orhan olanı ve diğerlerini düşündü. Gözünü yeniden üçünün de kara kalem resimleri yan yana duran ustalarına dikti, onlardan utanıp küllükte duran sigarasına indirdi bakışlarını.

Edebiyat dergilerinin birçoğu, öykülerini yayınlamıyordu. Zaten uzun zaman önce göndermekten vazgeçmişti o da. Yazdığı şiirler için de hep aynı eleştiriyi getiriyorlardı. Alaycı bir ses tonuyla dergicileri hedef alarak: “Neymiş efendim Nazım’a öykünme varmış şiirlerimde, hıh kıçımın kenarları!” diyerek “Şiirden ne anlar bu boklar?” a kadar vardırdı işi. Şimdi moda, bunalım soslu iç hesaplaşma öyküleriydi. “Ulan varsa yoksa bunalım, ümitsizlik, kayıtsızlık, sistemin yarattığı boşluğu dolduran iç hesaplaşma halleri...” diye tespitli düşüncelere daldıktan sonra karşısındaki biriyle konuşuyormuş gibi: “İnsan nerede insan! Etkilenen, etkileyen, birbirine dokunan, ezilen, horlanan insan! Kim yazacak bu insanların öykülerini?” diye hararetle söylendikten sonra bakış açısını genişletip “Ya işçiler, köylüler nerede? Hamalları, seyyar satıcıları, çocuklarını doyuramayan bir annenin çaresizliğini, işsiz bir babanın naçarlığını, mağduru, tecavüze uğrayanı, dövüleni kim yazacak?” diye devam etti düşünmeye. Sonra yine ustalarının yazdıklarını, onların insanlığın ortak sorunlarına odaklanan öykülerini zihninden geçirdi. Şu dört çocuklu Orhan olanı, ne demişti bir yerlerde: “Ben insana inanıyorum.” dememiş miydi? Yoksa yanlış mı hatırlıyorum diye yokladı hafızasını. Yok canım, emindi işte. Ya ustalarımdan Nazım olanı, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları‘ adlı kitabında sıradan insanın yaşamını neşrederken nasıl da bizden ve bir başka dille anlatmıştı o insanları, bizi. “Hatırlasana!” dedi kendi kendine. Kafasını sigarasından kaldırıp ustalarına saygıyla baktı yeniden. İnsana inanmalarına, insanı yaşadığı koşullar içerisinde yalın ve berrak bir şekilde tasvir etmelerine, insanca bir yaşam ülküsünü savunmalarına, “Bu davet bizim.” dizesinde devinen o büyük çağrıya yeniden hayran kaldı. Sonra da bütün bunları kesintisizce derli toplu bir biçimde düşünebildiği için kendisini tebrik etti.

Düşündüğü süre boyunca en az sekiz tane sigara içmişti. Göğsünün sıkışmasından anladı. Mademki öyküsüne yoğunlaşamıyordu, en iyisi kalkıp yeni öyküler bulmak için yola düşmekti. Boş çay bardağı ve dolu kül tablasını aldı, bardağı mutfak evyesine koyarken yıkayıp yıkamamak noktasında kararsız kaldı. Kül tablasını boşalttıktan sonra bir yazarın tertipli olması gerektiğini düşünüp döndü. Bardağın içine işaret ve orta parmağını sokup suyun altında iyice ovduktan sonra yıkayıp tezgâha bıraktı. Daktilosundaki henüz başladığı öyküsünü çıkartıp diğer müsveddelerin üzerine bıraktı. Daktilosunu özenle çantasına yerleştirdi, evin avlusunda duran üç tekerlekli el arabasının üstüne koydu. Kâğıt ve kalemlerinin olduğu çantayı da aldı, daktilonun yanına dikkatlice yerleştirdi. El arabasını sokağa sürdü.

Mayıs ayı olmasına rağmen üzerinde uzun kollu çizgili beyaz bir gömlek, sırtında ise yıkanmaktan yıpranıp rengi solmuş kahverengi bir ceket vardı. Sokakta buralı olmayı kanıksamış Suriyeli çocukları, onların yalın ayaklarını, peçeleriyle geçip giden kadınları gördü. Sakalı uzun, entarili adamlara öfkeyle karışık bir tiksintiyle baktı. “Ne oluyorsa, bu cahil dümbüklerden oluyor.” diye söylendi. Kocavezir Metro İstasyonu’na çıktığında hangi yöne gideceğine karar vermek için durdu. Etrafta Arapça tabelalar, seyyar satıcılar; büyük bölümü pirinç pilavı, kızarmış piliç ve tavuk döner satan lokantalar; ikinci el elbise, ayakkabı satan seleciler ve yoğun bir trafik vardı. Şehrin kuzey taraflarını pek sevmiyordu. Önceleri kuzeydeki eski mahallelere uğruyor, oralardan öyküler derliyordu. Ama şimdi her yer apartman olmuştu. “Ne varsa, yine güneydeki mahallelerde var. Orada öyküler hiç tükenmez.” diye düşünüp, yolun sağından Saydam Caddesi kavşağına kadar sürdü el arabasını.

Metro köprüsünün Saydam Caddesi’ni ikiye böldüğü kavşaktan sağa döndü, cadde tam bir hercümerç içindeydi. Uçak ve gemi hariç bütün araçlar caddeyi doldurmuş, insanların yürüyebileceği kaldırımlar dükkanların eşyalarıyla dolu olduğundan caddenin trafiğine insanlar da katılmış; korna sesleri, motor homurtuları, insan bağırtıları yeri göğü doldurmuştu. İnsan ve araç kalabalığı adamı bunaltmış, Mayıs ayının güneşi onu yakıp terletmeye başlamıştı. İnsan devinimlerini izlemeyi ve dinlemeyi seviyordu ama bu araç kalabalığı onu korkutuyordu. Yaklaşık on dakikalık bir sürüşten sonra Havuzlubahçe Mahallesi’ne varmış, az da olsa rahatlamıştı. Bu mahallenin en eski esnafı olan Çinçin Bakkaliyesi’nden sigara ve bir kutu kibrit aldı, sonra devam etti el arabasını sürmeye. Yolun ikiye ayrıldığı sapağa gelince durdu, mendiliyle terini kuruladı, sonra da mendili ensesinden boynuna doğru dolayıp bir sigara yaktı. Sağdan giderse Akkapı’ya soldan giderse adının önünde bir sürü ‘bey’ olan mahallelere çıkacaktı. Soldaki yola sürdü arabasını, uzundur görmediği baba dostu Hüseyin amcayı görme isteği vardı içinde. Hem Hüseyin amcanın kulağı deliktir, mutlaka yeni şeyler anlatır diye ikna etti kendini.

Etrafını dikkatli bir şekilde izleyip el arabasını iterken her an yeni bir öyküye rastlayabileceğinin heyecanı içindeydi. Buralar böyleydi, ne zaman nereden bir öykü fırlayacağı belli olmazdı. Tetikte olmak iyiydi. Tanıdığı bir demir atölyesinin önünden selam vererek geçti. Niyeyse ne zaman bir demirci atölyesinin önünde geçse, Nazım olanın, ‘Galip Usta’ sını ya da Yaşar olanın, ‘Demirciler Çarşısı Cinayeti‘ romanını anımsıyordu. Bir zaman kendisinin de demirci çıraklığı yaptığı günleri düşündü, o zamanlar körüklü ocaklar son demlerini yaşıyordu. Sonra yaptığı diğer başka işlere kaydı aklı. Çocukluğundan beri çalıştığı yerler, yanında çıraklık, kalfalık yaptığı ustalar tek tek gözünün önüne geldi. Düzenli işleri sevmiyordu. Paraya çok ihtiyaç da duymuyordu. Paranın yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak kadar olanını bir şekilde kazanıyor, kimseye eyvallah etmeyi sevmiyordu. 

Yazar olma isteği yaşamının bütün zaman dilimlerine sinmiş, hayatını bir gün yazar olabileceği ihtimali doğrultusunda kurmuştu. Öyle ki kendisini engelleyebileceği ihtimaliyle hiç evlenmemişti. Gerçi ustalarının hepsi evlenmişlerdi, çoluk çocukları da vardı ama o yazım işlerini sekteye uğratır korkusuyla yanaşmamıştı bu işe. Doğrusu aşk, güzel şeydi. Aşk denilen karmaşık hissi, düşünmesi, hayalini kurması, öykülerdeki duruşu, şiire dökülüşü iyiydi ona göre ama yazarlık hevesi her şey gibi aşkın da önüne geçmiş, ellisine dayanmış bu adamın evlenmesini engellemişti.

Daktilosu, kâğıt ve kalemlerini koyduğu çantası ve üç tekerlekli el arabasının ardında duran kendisi, hep birlikte yeni bir öyküye doğru yol alıyorlardı. Hissediyordu bunu, hem de beyninin tüm hücrelerinde hissediyordu. Belki de düşünü kurduğu, kendisini ustalarına yakınlaştıracak, edebiyat dünyasında infial yaratacak öyküsünü bugün yazacaktı. Mahalleye ulaştığında iyice yorulmuş, kan ter içinde kalmıştı. Mahallenin hemen girişinde ilk sağdaki sokağa girdi, sonra ilerleyip tekrar bir sağ yaptı. Hüseyin amcanın oturduğu sokağa girdiğinde, evlerinin avlularında oturan insanlarla selamlaştı. Bu sokaktaki hemen herkesi tanıyordu. El arabasını durdurup birkaçına hâl hatır sordu, buyur ettiler, sağ elini kalbinin üstüne koyup teşekkür etti.

El arabasını avlu kapısından içeri ittiğinde, Hüseyin amcayı dut ağacına yaslanmış, örtüsü naylondan bir masada oturmuş buldu. Şamiye teyze yoktu ortalıkta. Hüseyin amca, uzun boyu, yatmadan yatmaya çıkarttığı gri kasketi, mavi gömleğinin üzerindeki siyah yeleğiyle geleni muhabbetle karşıladı. Kafayı yazmakla bozmuş bu adamı seviyordu. Hüseyin amca zararsızdı, garip davranışları olmakla birlikte iyi niyetliydi. Yılların yaşam deneyimiyle sezebiliyordu bunu. Ayrıca babasıyla dostlukları da hayli eskiye dayanıyordu. “Gel bakalım Necmettin, gel otur şöyle.” dedi. Karşılıklı hâl hatır sorup ardından da ikisi birden sigaraya davrandılar. “Şamiye teyzen komşuya gitti, birazdan gelir. Senle karşılıklı bir kahve içeriz değil mi?” diye sordu. Beriki çayı tercih ederdi ama Hüseyin amcanın ses tonundaki emir kipini kırmak istemedi. “Olur.” dedi.

Adam sabırsızdı. Bir an önce Hüseyin amcasında yeni bir öykü olup olmadığını bilmek, varsa da hemencecik yazmak istiyordu. Diğeriyse aksine hiç acele etmiyor, her cümleyi zihnindeki hassas terazide tarttıktan sonra kuruyordu. Adamın gözü el arabasının üstündeki daktilosundaydı. “Alsam gelsem mi acaba?” diye düşündü. Sonra da kendi kendine “Hele dur bakalım Hüseyin amcada anlatacak yeni bir şey var mı? Önce onu bir anlayalım.” dedi. O sırada avluya Şamiye teyze girdi. Kalkıp saygılı bir şekilde elini öpüp alnına koydu. Şamiye teyzesi de yanaklarından öpüp, omzuna yumuşak birkaç pat pat ekledi.

Kahveler gelip, ağızlardan ilk höpürtüler çıktıktan sonra, “Ee daha ne var ne yok?” diye soran Hüseyin amcasına kısa cevaplar verip, bir an önce sonuca varmak istiyordu. Aslında geliş sebebi belliydi. Hüseyin amca karşısında durmadan ellerini ovuşturan adama baktı. Daha fazla eziyet etmek istemedi. Hangi birini anlatsam diye düşündü. Durdu, zihnini yokladı, anlatacağı şeyden emin olamayınca asma çardağının altındaki kerevette oturan karısına çevirdi bakışlarını. Ardından birkaç cümle Arapça konuştular, adam ne konuştuklarını anlamadı. Hüseyin amca adama dudağının kenarında kırık bir tebessümle döndü ve “Bana bak Necmettin, sana yeni bir öykü anlatacağım ama daktiloda yazma olur mu? O meretin takırtısından başım şişiyor. Kalemini kağıdını getir, notlarını al, ne yazacaksan evde yaz olmaz mı?” dedi. Olurdu elbette, neden olmasın ki? Gitti el arabasından kâğıt kalem çantasını aldı, masada yer açtı kendisine, heyecandan avuç içleri terlemeye başlamıştı bile.

Hüseyin amca yeni bir sigara yaktı, ilk dumanı ağır ağır saldı dudaklarının arasından ve sakince anlatmaya başladı. Adamın kulağı Hüseyin amcasında, durmadan notlar alıyor, yetişemediği yerleri tekrar tekrar soruyordu. Öyküyü dinledikçe heyecanı artıyor, gözlerine bu sefer yakaladım ışıltısı yerleşiyordu. Hüseyin amca öyküyü anlatmaya devam ederken, adam bir an için koptu gerçek dünyadan ve akşam evde öyküyü nasıl kuracağını düşünmeye başladı. Yapıyor, bozuyor, olmadı en baştan başlıyordu yazmaya. Hüseyin amca adamın not almadığını hatta kendisini dinlemediğini görünce karısına döndü ve yine Arapça ocağa çay koymasını söyledi. Adam Arapça anladığından değil de çay kelimesinin ortaklığından anladı bu söylenileni. Ve öyküyü nasıl kuracağı düşüncesinden doğrulup Hüseyin amcanın öyküye devam etmesini bekledi. Çaylar geldi, içildi, sigaralar yakıldı, söndürüldü. O anlattı, ötekisi durmadan notlar aldı, arada beyaz kâğıdın üstüne birkaç damla gözyaşı döküldü ama kimse bir şey anlamadı.

Kağıtları toplayıp çantasına yerleştirdi. Çantayı da daktilonun yanına koydu. Hüseyin amca ve karısı, avlu kapısına kadar eşlik ettiler adama. Geldiğinden bu yana çok az konuşan Şamiye teyze avlu kapısında kırık Türkçesiyle: “Necmettin yavrum, ne zaman çıkacak bu kitap? Haydi çıkart da sonra sana bir kız bulayım ben.” dedi. Adam yürekten gelen bir inançla “Yakında Şamiye teyze, yakında…” diyerek, ihtiyarların tek tek ellerini öpüp alnına koydu ve üç tekerlekli el arabasıyla avludan çıkıp kafasının içinde kıpraşan öyküyle yola düştü.

Adam gittikten sonra Hüseyin amca karısına dönüp: “Bu oğlanda bir şey eksik ama nedir? Bilemedim bir türlü.” deyip avludaki dut ağacına yaslanmış masasına doğru yürüdü.

Kaynak: bikonusalimmi.com

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız