Solgun, geçen yıl 12 Eylül darbesi dönemiyle ilgili tanıklığını anlattığı kitabının ardından “90’larda mahpus olmak” adlı yeni kitabıyla yakın tarihe ilişkin tanıklık kitaplarına yeni bir halka ekledi.
Araştırmacı-yazar Cafer Solgun, geçen yıl 12 Eylül darbesi dönemiyle ilgili tanıklığını anlattığı “Demeyin anama, içerideyim” adlı kitabının ardından “90’larda mahpus olmak” adlı yeni kitabıyla ülkemizin yakın tarihine ilişkin tanıklık kitaplarına yeni bir halka ekledi.
İletişim Yayınevi etiketiyle çıkan yeni kitabında Cafer Solgun, hafızalarımızda kanlı bir iz bırakan 90’lı yıllarla ilgili okurla “içeriden” duygu ve düşüncelerini, gözlem ve tanıklığını, değerlendirmelerini paylaşıyor. Solgun, yeni kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
-“Demeyin anama, içerideyim” kitabınızda öncesiyle birlikte 12 Eylül dönemini anlatıyordu. Sağmalcılar, Sinop, Davutpaşa, Metris ve Sağmalcılar Özel Tip Cezaevlerinde yaşadıklarınız vardı o kitapta. Bu kitap da “içeriden” bir tanıklık kitabı. Hangi cezaevlerinde yaşadınız 90’lı yılları?
Cafer Solgun: Kitabın başlığında da var zaten; Van, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Bursa ve Kaman hapishanelerinde yaşadıklarımı anlattım. Bunlar kapalı, E Tipi ve Özel Tip cezaevleri idi. F Tipi hapishaneler açıldığında Bursa’da idim, ama F Tipi hapishanede kalmadım. Cezamın kalan süresi nedeniyle son 7 ayımı Kaman İlçe Kapalı Cezaevi’nde geçirdim. Hapishanelerdeki deneyimimi anlattım ama arka fonda ister istemez 90’lı yılların diğer gerçekleri var; yakılıp yıkılan köyler, koruculuk dayatmaları, faili meçhul cinayetler, işkenceler, DGM’ler, operasyon ve çatışmalar…
Benim “bahtıma” hapislik düştü…
-Daha önce 7.5 yıl, 90’larda ise yaklaşık 10 yıl kalmışsınız “içeride.” Yani 17.5 yıl. Gençliğiniz neredeyse “içeride” geçmiş. Zor olmalı…
CS: Evet. Öncesi ile birlikte 20’li, 30’lu yaşlarım “içeride” geçti, bir insan ömrünün en genç, verimli dönemleri yani. 16 Kasım 2002 tarihinde, 40 yaşımda çıktım dışarı. Tabii ki zor. Her şeyden önce “normal” veya “olağan” bir şey değil gençliği hapishanelerde geçmek. Ancak bunu bir “hayıflanma” nedeni olarak da görmüyorum kendi açımdan. “Hayat işte” diyorum ve bu acımasız gerçeği yaşamış binlerce kişiden sadece biri olduğumu hatırımda tutmaya gayret ediyorum. Kaldı ki mesele ülkemizin şartlarıyla ilgili. Yaşamım boyunca değişik nedenlerle hayatını kaybeden çok arkadaşım oldu. Benim “bahtıma” hapislik düştü…
-Kitabınızda yeniden hapisliğe aslında hiç hazır olmadığınızı anlatmışsınız, “ölümü yeğlerdim” demişsiniz hatta. Neden?
CS: Ölüme hazırdım, evet. Ama sonuçta sağ kaldım, yaşadım ve yaşıyorum. Bu yüzden bu soruyu objektif yanıtlayabilmek kolay değil. “Keşke ölseymişim” diyemem mesela. Ama o zamanki duygum, ruh halim öyleydi. Hapislik zor zenaat. 1987 Ağustos ayı içinde Metris’ten tahliye olduğumda kendi kendime bir daha hapse düşmeme sözü vermiştim. Böyle bir söz olmaz halbuki. Başına ne gelirse ne yapacağını önceden kararlaştırmak çoğu zaman gerçekçi olmuyor. “Hapse düşmeyeceğim” diyorsunuz ama düşüyorsunuz işte. “Ölmeyi tercih ederdim” diye düşünüyorsunuz ama yaşıyorsunuz.
-Van Emniyetinde işkence altındayken ölüm provalarına da maruz kalmışsınız. Ne hissetiniz? Korktunuz mu mesela?
CS: Hayır, korkmadım. Kahramanlık filan olsun diye söylemiyorum; ama ölüm, kendimi hazırladığım bir seçenekti. Nedenlerini okur kitabımda bulabilir. Neler hissettiğimi de anlattım kitabımda…
“Bana ne?” deyip köşesine çekilecek biri değildim, ahlaken, vicdanen...
-Hiç hazır olmadığınız halde nasıl geçti bu 10 yıl peki?
CS: Zor geçti diye geçiştirebilirim bu soruyu aslında. Sanırım mesele en genel manada insanın bulunduğu şartlara adapte olma yeteneği ile ilgili öncelikle. Hapishane, insanın doğasına aykırı bir mekan; ama insan o hayatın “olağan” akışından kopartılıp tecrit edildiği mekanları bir yaşam alanı haline getirebiliyor işte. Doğada başka hiçbir canlıda bu yetenek yok. Tabii bu bir irade gerektiriyor, bir çaba, direniş azmi gerektiriyor. Bu irade ve azminiz yoksa, hapishanede deyim yerindeyse kafayı” çizmeniz” işten bile değildir. Bulunduğum mahpushanelerde sorunlar eksik değildi tahmin edilebileceği gibi. “Bana ne?” deyip köşesine çekilecek biri değildim, ahlaken, vicdanen. Öyle yapsaydım, belki yine geçerdi o yıllar; ama ruhum sakatlanırdı. Kendimi tanıyorum. O sorunlarla uğraşmak, hapishanenin kendine özgü sorunlarıyla cebelleşerek şartları daha “insani” ve yaşanılır, katlanılır hale getirmek çabası, beni ilk zamanlardaki bunalımlı ruh halimden de kurtardı diyebilirim. Bir de şartlar elverdiği ölçüde, hapishane yönetimleriyle cebelleşerek okumak, yazmak, çizmek gibi uğraşlarım vardı.
-İyi bir çizermişsiniz. Kitabınızda da var bazı karikatürleriniz. Bu özelliğiniz pek bilinmiyor. Okumak, yazmak, çizmek neden önemliydi sizin için?
CS: Tecrit edildiğiniz yaşamın “olağan” boyutlarıyla ilişkinizi “içeride” canlı tutmak zorundasınız. Yoksa hapishanede duvarlar alt eder sizi, kendine benzetir, ruhsuzlaştırır, canlı cenazeye dönersiniz… Yaşamın olağan boyutlarıyla ilgili olmak zorundasınız ve bunun imkanları zaten sınırlı. Mevcut imkanları da iyi değerlendirmek çabasında olmalısınız. Okumak, mektup yazmak, günlük yazmak, resim, karikatür çizmek, hayal gücünüzü canlı tutar içeride, bulunduğunuz mekanı aşmanıza köprü olur. En azından benim için ifade ettiği anlam buydu…
12 Eylül zindanlarında darbecilerin politikası tam bir “teslimiyet” ve “itirafçılaştırma”, yani devlete biat ettirme, pişmanlık politikasıydı...
-12 Eylül ve 90’lı yıllar mahpushanelerini kıyaslamanız gerekse, ne dersiniz?
CS: Bu tür kıyaslamalar her zaman doğru ve gerçekçi olmayabilir. Zira dönemler farklı, şartlar farklı, politika ve uygulamalar farklı ve bu arada insanlar ve onların duyarlılıkları, öncelikleri de farklı. 12 Eylül zindanlarında darbecilerin siyasi mahpuslara yönelik esas aldığı politika tam bir “teslimiyet” ve “itirafçılaştırma”, yani devlete biat ettirme, pişmanlık politikasıydı. Uygulamaları da buna göre şekillenmişti. Buna karşı siyasi ve insani onurunu korumak, deyim yerindeyse bir hayat-memat meselesiydi. Aslına bakarsanız 90’lı yıllarda da devletin siyasi mahpuslara yaklaşımı temelde değişmiş değildi. “Düşman” görüyordu. Ama bunu 12 Eylül’deki gibi gündelik dayatmalar şeklinde, yakanı tutup, boğazını sıkıp “pişman olacaksın” tarzı çıplak bir zor ile ortaya koymaktan çok, daha dolambaçlı yollarla belli ediyordu. “Örgütlü” hareket etmenin önünü kesmeye önem ve öncelik veriyordu; siyasi temsilcileri tanımama, koğuşlar arası iletişimi engelleme gibi. Bu durum hapishaneden hapishaneye farklılık gösteriyordu, bunu da belirtmek lazım. Örneğin Kürt siyasi mahpusların bulunduğu hapishanelerde daha “katı”, buna karşılık batı illerindeki hapishanelerde daha “esnek” bir tutum vardı. Bunun Kürt sorunu ve Kürt siyasi hareketinin yükselişi ile doğrudan ilgisi vardı elbette. Dönemler ve şartlar farklıydı ama illa da kıyaslamak gerekse, kendi adıma, 90’lı yıllar hapisliğinde daha çok zorlandığımı söyleyebilirim…
Sol öğretinin bir eleştiri-özeleştiri geleneği vardı. Ama bu gelenek bizde maalesef adeta can çekişiyor...
-Kitabınızda siyasi mahpuslar açısından yaptığınız değerlendirmeler de var.
CS: Evet. Gerek PKK gerekse de diğer sol örgütlerin hapishane politikaları, pratikleriyle ilgili düşüncelerimi de paylaştım ana hatlarıyla. Devletin “zindancı” politikalarını haklı olarak eleştiriyoruz ve bu, öncelikli olandır. Çünkü söz konusu olan, devlet, yani sizi “içeri” atan, yargılayan, cezalar veren… Ne var ki örgütlerin hapishanelerdeki pratikleri de çok ciddi bir muhasebeye gereksinim duyuyor. Açlık grevleri, ölüm oruçları oldu, insanlar öldü, sakat kaldı, hastalandı. Halen de hasta mahpuslar var. Bunlar bu muhasebeyi yapmanın her biri son derece ağır gerekçeleri. Sol öğretinin bir eleştiri-özeleştiri geleneği vardı. Ama bu gelenek bizde maalesef adeta can çekişiyor. Herhangi bir sol yapının hapishane deneyimleriyle ilgili ciddi, özeleştirisel bir değerlendirme yaptığına bugüne değin tanık olmadım. Kendi adıma, bu süreci göğüslemiş, “bedel ödemiş” biri olarak en azından kendi adıma bu değerlendirmeyi yapmam, tarihe not düşmem gerektiğini düşündüm…
-Bunu da bir “yüzleşme” konusu olarak görüyorsunuz yani.
CS: Elbette. Mesela örgüt içi infazlar meselesi var. Onlarca kişi “ajan, işbirlikçi, hain” vb denilerek arkadaşları tarafından öldürüldü. Bu, 90’lı yıllar hapishane deneyiminin yürek burkan gerçeklerinden biridir. Bu insanlar gerçekten “hain, ajan, işbirlikçi” filan mıydı değil miydi, bilmiyorum. Kimsenin de bilmesi mümkün değil zaten. Sadece ilgili örgütlerin “Ajandı, cezalandırdık” diyen bildirileri var. Bu insanların geride bıraktıkları aileleri dahi gerçeği sorgulayacak cüreti bulamıyorlar kendilerinde. Devlet de gayet sorumsuz. Ülkemizde solun neden gün geçtikçe eriyen bir damar olduğunu herkesten önce kendisini solda tanımlayan örgüt, parti ve bireylerin sorgulamaları ve bunun nedenleriyle yüzleşmeye cesaret etmesi gerekiyor. 90’lı yıllar cezaevi pratiğinin bu yüzleşmenin önemli boyutlarından biri olduğunu düşünüyorum…
Kol kırılır yen içinde kalır” mantığını aşmak zorundayız...
-Bu zorlu deneyimleri yaşayan birçok kişi anılarını, tanıklığını yazmaktan imtina ederken siz neden yazmak gereği duydunuz?
CS: Her şeyi, bütün yaşadıklarımı olanca açıklığıyla yazdığımı söylersem abartmış olurum. Kuşkusuz yazmaya devam da edeceğim. Ama herhalde “Bana kalsın” diye düşündüklerim de var ve olacak. Yaşadıklarımın, tanıklığımın yazdığım boyutları için şunu söyleyebilirim: “Kol kırılır yen içinde kalır” mantığını aşmak zorundayız. Gelecek kuşaklara karşı taşıdığımız bir sorumluluk var omuzlarımızda. Beni harekete geçiren bu sorumluluk duygusudur…
-Teşekkür ederiz.
CS: Ben teşekkür ederim.
KÜNYE
Cafer Solgun. 90’larda Mahpus Olmak/Van, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Bursa, Kaman.
İletişim Yayınları, Mayıs 2018
Editör: Tanıl Bora
Yayına hazırlayan: Dinçer Demirkent