Yıldıztepe Bloklarındaki bir dairenin kapısı gece yarısı büyük bir gürültüyle çalındı. Dr. Ahmet Doğan acil hasta geldiği düşüncesiyle kapıyı açtığında askerlerle burun buruna geldi....
8 Mart 1972, Çarşamba Emek Mahallesi, 8. Cadde
Yıldıztepe Bloklarındaki bir dairenin kapısı gece yarısı büyük bir gürültüyle çalındı. Dr. Ahmet Doğan acil hasta geldiği düşüncesiyle kapıyı açtığında askerlerle burun buruna geldi. Hareketlerinden onların komutanı olduğu izlenimi veren birisi Ahmet Bey’e hiç yabancı gelmemişti. Askerler odalara dalarak Ahmet Bey’in eşini ve büyük oğlu Kutay’ı da salona getirdiler. Daha aydınlık olan salona girince komutanın Kuleli Askeri Lisesi’nde birlikte okuduğu Tevfik Türüng olduğunu fark ederek şaşırdı Ahmet Bey. Ankara Merkez Komutanı olan Türüng, Ahmet Bey’e oğlu Koray Doğan’ın mutlaka bulunması gerektiğini, eğer bulunmazsa kör bir kurşuna kurban gideceğini söylüyordu. Acımasız ve öfkeli bakışları Ahmet Bey’i korkutmuştu.
Koray, dört çocuklu bir ailenin en küçüğüydü. Talas ve Tarsus Amerikan Koleji’nin ardından geldiği ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydi. Sanat, felsefe ve sosyal bilimler açısından kendisini çok iyi yetiştirmişti. Yağlıboya resim yapıyor, Tarsus’tan sınıf arkadaşı İbrahim Niyazioğlu ile birlikte tiyatro sahneleyip fotoğraf çekiyordu. Tarsus Amerikan Koleji’nde, o zamanki ismi “Brewer’s Hall” olan binanın bir kısmını okul idaresinin onayıyla resim atölyesine çevirmişti. O yıllarda Tarsus’tan ablasına yazdığı mektuplarda, Ankara’ya geldiğinde izleyeceği tiyatro ve devlet operası konser biletlerini önceden aldıracak kadar düşkündü sanata.
Devrimci hareketle ODTÜ’de tanışan Koray, yoksul olduğu ya da herhangi bir biçimde ezilen, dışlanan, hakları elinden alınan kesimden geldiği için devrimci olmamıştı. Doktor bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğuydu. İyi okullarda eğitim görmüştü. Geleceği parlaktı. Ancak o, kendi geleceği ile değil, içinde yaşadığı toplumun ve dünyanın geleceği ile ilgiliydi. Entelektüel aydınlanmanın sonucu olarak dünyaya ezilen sınıflar açısından bakabilme bilincine ulaşmış ve dünyanın bu bilinç doğrultusunda değiştirilmesi için mücadele etme kararı almıştı. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, DEV-GENÇ ve THKP-C içinde örgütsel zekâ isteyen güç görevleri, kendini zerre kadar önemsemeden, büyük bir disiplin ve kararlılıkla yerine getiriyordu. Gösterişten uzak ve birikimiyle tezat oluşturacak denli alçakgönüllüydü.
İşte, Türüng’ün, Dr. Ahmet Doğan’a “bulamazsan ölür” dediği Koray Doğan buydu.
Ankara Aşağı Ayrancı, Meneviş Sokak...
Koray’ın aile evinde Türüng ve askerlerinin “karakol” kurdukları saatlerde Meneviş sokak’taki bir eve polisler baskın yaparak Nervin ve Pervin Tan kardeşleri, birlikte kaldıkları iki arkadaşlarıyla birlikte gözaltına almışlar, onların evlerine de “karakol” kurmuşlardı. Nervin, Koray’ın kız arkadaşıydı. Gözaltındayken Nervin’e Koray'ın yerini soruyorlar ancak cevap alamıyorlardı. İşkence altındaki Nervin, “Koray umarım eve gelmez” diye dua ediyordu.
Ankara Hoşdere Caddesi...
Aynı gece, tüm bu olanlardan habersiz, Nervinlerin evinin iki sokak ilerisinde, daha çok ODTÜ’lü hocaların ve öğrencilerin kaldığı binanın zemin katında, arkadaşları Tosun Tezcan ve Oğuzhan Müftüoğlu ile son gelişmeleri konuşuyordu Koray. Sabah ODTÜ’den arkadaşı Hasan Ataol ile buluşmuştu. Buluşma amaçları, Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar ederek Ankara’ya gelen THKP-C ve THKO önderlerinin güvenliği, barınması ve ulaşımlarının sağlanmasıydı. 12 Mart muhtırası’nın üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Sola yönelik sürek avı, tutuklamalar, işkenceler bütün hızıyla devam ediyordu. Evler basılmış, deşifre edilmişti. Mahkemenin Denizler için verdiği idam cezası kararı meclis’e gelmişti. Zaten Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın Ankara’ya gelmelerinin asıl nedeni de bu idamları önleyecek etkili bir eylem yapmaktı. Bu eylemin gerçekleşmesi içinse çok iyi bir koordinasyon gerekiyordu. İşte başta Koray Doğan ve Oğuzhan Müftüoğlu olmak üzere dışarıda kalan az sayıdaki devrimci bunun için uğraş veriyorlardı. Koray ertesi sabah Denizlerin idamını engelleme konusunda yapılacak bazı işlerle ilgili arkadaşı Feyyaz Kurşuncu ile görüşecek ve ondan aldığı bilgileri Mahir Çayan’a iletmek üzere Oğuzhan’a ulaştıracaktı.
9 Mart 1972 Perşembe...
Sabah arkadaşları ile birlikte kahvaltı yaptıktan sonra saat dokuz civarı, Feyyaz Kurşuncu ile buluşmak üzere evden çıktı Koray. Dışarıda sisli ve soğuk bir hava vardı. Paltosunun cebinden her zaman olduğu gibi buruş buruş olmuş Bafra paketini çıkardı. İçi izmaritle dolu olan paketten uzunca bir tanesini alıp ağızlığına taktı ve kibritiyle yaktıktan sonra derin bir nefes çekti. “Önce Nervin’e bir uğrayayım” diye geçirdi içinden. Biraz aşağıda, bir sigara içimi mesafedeydi zaten Nervinlerin evi. Beş dakika sonra kapının önündeydi. Zile basınca evin içinde daha önce alışık olmadığı telaşlı bir hareketlenme olduğunu hissetti. Bir an geri dönüp gitmeyi düşünüyordu ki kapının hızla açılıp üç polisin üzerine çullanması bir oldu. Kapıyı açan, Emniyet’teki işkence operasyonlarının baş komiseri Ümit Erdal idi. Kısa süren boğuşma sonrasında Koray onların elinden kurtuldu. Kaçmaya başlamıştı ki polis memuru Mehmet Beyazıt tetiğe bastı. Koray, sırtından aldığı tek kurşunla karşıdaki inşaatın girişinde yere yığıldı. Ölümcül bir yaralanma değildi ancak çok kan kaybediyordu. Hastaneye götürülmesi gerekirken üç polis onu arabada sorgulamaya başladı. Amaç Çayan ve arkadaşlarını ele geçirmekti. Bu şekilde bir süre Ankara sokaklarında dolaştırdılar. Ancak Koray’ı konuşturamadılar. Başı dönüyor, üşüyor, susuzluk hissiyle dudaklarını yalıyordu. Bir saate yakın bir zaman geçmişti ki artık gözleri kapanmış, sorulanlara tepki veremez hale gelmişti. Polisler Koray’ın nefes alıp vermesinin sıklaştığını, dudaklarının morarmaya başladığını görünce arabayı Numune Hastanesi’ne sürdüler. Ama artık çok geçti…
Yirmi beş yaşında genç bir adam halkının mutlu geleceğini düşündüğü için katledilmişti. Herkesin eşit ve özgür olduğu, sınıfsız, sömürüsüz bir toplumsal düzen için mücadele veriyordu oysa. Kendisini öldüren polislerin ve onlara bu emri verenlerin çocukları da gelecekte ücretsiz, eşit, nitelikli eğitim ve sağlık hizmeti alsınlar, emekleri sömürülmesin, hastalıklarda, tren kazalarında, depremlerde ölmesinler, insanca ve özgürce yaşasınlar diyeydi mücadelesi. Ancak 12 Mart faşizmi buna izin vermedi.
Ya katiller…
Katiller mahkeme önüne bile çıkartılmadı. Sıkıyönetim savcısı Koray Doğan’ı vuran polis memuru hakkında “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı verdi. Dava takipsizlikten düştü. Polisler tek bir gün hapis yatmadı. Onu büyük umutlarla yetiştiren, üzerine titreyen aile, Koray’ın öldürülmesinin ardından darmadağın oldu. Kız arkadaşı Nervin uzun süre olayları unutamadı. Olayın üzerinden elli bir yıl geçmesine karşın onu anlatırken hala boğazları düğümleniyor arkadaşlarının.
31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta katledilen Sinan Cemgil, “Bir kısmımız ve hatta hepimiz ölebiliriz ama öyle bir ateş yakacağız ki bu ateş bir daha hiç sönmeyecek, söndürülemeyecek” demişti. Gerçekten de söndüremediler o ateşi. Bize düşen, devrimci, sosyalist değerler uğruna ölümün eşiğinde yiğitçe duran, bir adım geri atmayan 68 kuşağı’nın yaktığı o ateşi, onurlu miras olarak gelecek kuşaklara ve halklara aktarmaktır.
Koray Doğan ve yitirilen tüm 68 Kuşağı devrimcilerinin anısına saygıyla…
Not: Görüşmeyi kabul ederek yazıya önemli katkılar sağlayan Talas ve Tarsus Amerikan Kolejinden arkadaşları Ali Açan ve Mustafa Danışman’a, sosyalist bir yurt ve dünya yaratma mücadelesinde birlikte mücadele veren yoldaşları Oğuzhan Müftüoğlu ve Ertuğrul Kürkçü’ye ve verdiği bilgilerden dolayı Feyyaz Kurşunlu’ya teşekkür ederim.
Yazı için ayrıca Oğuzhan Müftüoğlu’nun “Bitmeyen Yolculuk” isimli otobiyografik söyleşi kitabından, Orhan Tüleylioğlu’nun “Nasıl Öldürüldüler” ve Aynullah Akça’nın “Bir Hava Korsanının Anıları” kitaplardan yararlanılmıştır.