Bu destansı yaşam ve ölümlerinin kahramanların cansız bedenleri avukatları ve aileleri tarafından teslim alınmıştır. Birçok “yoldaş”ının yattıkları yeri dahi bilmedikleri bir realitedir.
MEHMET SÖNMEZ
Düşüncelerin dönüp dolaşıp o son sabaha takılıyordu. Tetiğe basmıştın. Sanki tetiğe basan ellerin bugünün acısını çıkarıyordu. Bir daha bastın. Kurşunların tek tek ‘Yankee’ ajanının vücuduna girdiğini gördün. Geri çekiliyoruz, diyen yoldaşlarının sesiyle motosiklete bindin. Ara ve dik sokaklardan yokuş aşağı hızla uzaklaştınız… Ekip otosu kurşun yağdırmaya başlamıştı. Karşınıza bir kamyon çıktı ve düştünüz. Motosikleti siper ederek polislerin ateşine karşılık verdiniz. Yaralanmıştın…
Avukatının geldiğini bildiren askerin sesi bir ok gibi yüreğine saplandı. Voltanı keserek öylece kalakaldın, şaşkındın. Heyecan yüzünü buz gibi yaptı. Donuklaştın. Yüreğin göğüs kafesini hızlı dövmeye başladı. Vücudun omuzlarından aşağı çekilir gibi oldu. Kapının sürgülerinin çıkardığı gürültü toparlanmanı sağladı. Sakin, kararlı bir ses tonuyla “geliyorum” dedin… İşte avukatında gelmişti. Demek ki bunaltıcı ve sıcak yaz gününün anlamı buydu. Beyninin köşesinde özenle koruduğu o umudun parçalanmasıyla sarsıldın. Boşlukta yuvarlanıyordun. Tutunacak, ayaklarını basacak bir dal arıyordun… “Bu dalı bulmalıyım. Bir umut olmalı. Bacaklarıma güç verecek, başımı yukarıda tutacak bir direnç bulmalıyım. Avukat da gelmişti. Gelebilirdi. Bugün avukat görüş günü değil miydi? Görüşleri şimdiye dek hiç aksatmamıştı. Bugünün ne özelliği vardı ki?”
Hücreden çıktığında koridorun olağanüstü kalabalık olduğunu gördün. Son bir gayretle yakalamaya çalıştığın umudun kalabalığa çarpıp parçalanmıştı… Karar veremiyordun. Nereden geldiğini bilemediğin bir güç sana umut vadediyordu. Heyecanını bastırmaya çalışarak hafifçe gülümsedin… Bütün bu kalabalık koşuşturmalar benim için mi?… Onların telaşı korkunu hafifletmişti. Oyun başlamış, rakip hamlesini yapmıştı. Sıra sendeydi. Başını kaldırdın, göğsünü öne çıkarırken derin bir nefes aldın, emin adımlarla avukatınla görüşeceğin yere doğru ilerledin. Kuvvetli bir hamle yapmıştın.
Odaya girdiğinde avukatın üzgün ve heyecanlı olduğunu fark ettin. Gülümseyerek elini uzattın:
-Selam ağabey
-Merhaba
-Tren bu akşam mı kalkıyor?
Obaşını öne eğince sen anladın. Senin rahatlığın karşısında avukatın da kendini yavaş yavaş toparladı. Bir film anlatmaya başladı. Film bir boksörün hayatına ilişkindi. Bu ağır sıklet boksörü ringde bir adamı öldürmüş, lanetlenmişti. Bir başka maçta ringe çıkınca insanlara şunu söylemişti: “Bebekler dünyaya elleri, gözleri yumuk ve ağlayarak gelirler. Bunun nedeni dünyada kavga edeceklerini bilmeleridir. Ama insanlar ölürken elleri açık giderler. Bu, insanları yapamadıkları şeylere duydukları üzüntünün ifadesidir…”
Sonra sana döndü avukatın: Bir kavga verdiğinizi, bu dünyadan gideceğinizi, başınızın dik olmasını, hep gökyüzüne bakmanızı söyledi. Sesinin titrediğini hissettin.
“Neden üzülüyorsun ağabey? Hayrola, dağıtmayın yahu kendinizi” dedin. Görüşme bitmişti. “Arkadaşlara geç kalmamalarını söyleyin” diyerek zafer işareti yaptın ve hücrene doğru uzaklaştın.
İşte yine hücredeydin. Çevrene dikkatle baktın. Eşyaları, duvarları, kırık aynayı, ranzanı, çalışma masanı tek tek inceledin. Bir yabancı gibi soran gözlerle bakıyordun. Nesnelerin kımıltısız varlığı ayrılığı ve ölümü somutluyordu. Sanki bu mekanı ilk kez görüyordun. Dingin vücudunu çürümeye başlamış bir nesne olarak görme duygusuna kapıldın. Belki şu anda bile bir hayaldin… Bakışların aynaya yöneldi. Yarın bu ayna gene burada olacaktı. Ama senin yansın düşmeyecekti! Aynadaki yüz birkaç gün sonra çürüyecek, kurtlanacak, yok olup gidecekti. Ranzan, duvardaki lekeler, zevkle çizdiğin resimler… Her şey sen gittikten sonra da kalacaktı. Sen toprak olacaktın. Bir taş, toz zerreciği, kurumuş bir ağaç gibi hissiz ve cansız… Etin, damarların büzüşecek, gözlerin kara delik olacak, derin kemiklerine yapışacak, toprak olacaktın. Bu doğaldı. Sen de biliyordun ki, doğada bir insanın ölümüyle, bir karıncanın ölümü aynı yalınlığı yansıtır, ama tüm bu çelişkilerin odağında olmak korkunç bir ezinçti. Yaşam sensiz de devam edecekti. Koridordaki nöbetçi aynı sesi çıkartarak volta atacak, aynı saatte yemek gelecek, aynı saatte hoparlör açılacak, radyo spikerinin sesi koridoru dolduracaktı. Bol bol yerim, diye yaptığın pastanı bitirmeye bile ömrün yetmeyecek. Yarının milyonlarca insan için hiçbir farkı yoktu. İşçi Mehmet, yine rotatifinin başında ter dökecek, Gülizar Ana, belinde taşıdığı sancıyla iki büklüm tarlasında pamuk toplayacak, yeni doğan bebekler annelerine ilk gülücüklerini verecek, sevgililer buldukları kuytu yerlerde sevişecek. Mahkumlar mazgal önlerinde mektup bekleyecek, meydanlar, sokaklar yine dolacak… sevgilin, hayallerinin vazgeçilmezi sevgilin, belki de adını unutacak, burnunu sızlatan kokusu atmosfere dağılacak belki de bir çiçeğe sinecek, sonra başkaları gelip koklayacak… Yakalarım diye, geceleri saatlerce beklediğin şu lanet olası fareler bile, tuvalet deliğinden başlarını uzatıp seni arayacaklar, olmayınca geride bıraktığın yiyecekleri aşıracak. Senin artık bu dünyada olmaman bir şey değiştirmeyecek. Tarih yazıları, istatistikler seni parantez arasında sayı “o” olarak görecek, edebiyat kitapları şu an şimdi yaşadığın duyguları tahmin ederek kurgulayarak anlatacak ama asla neler hissettiğini bilemeyecekler.
Uzaktaki vapurun çığlığına kulak verdin. Sessizce ve kımıldamadan uzun uzun dinledin. Pencere kenarındaki saçak oluğuna gizlenmiş kumrular, dışarıdaki güzellikleri son kez görmen için davet ediyorlardı. Onları ürkütmeden parmaklarının ucunda cama uzandın akşamın serinliği yüzünü yaladı. Derin bir nefes aldın. Durağan bakışlarla önce uzun uzun gökyüzüne baktın. Lacivert gökyüzü yıldızlarla doluydu: “Delikanlım iyi bak yıldızlara, belki onları bir daha göremezsin” diyen şairi anımsadın. Gökyüzünü delmek istercesine baktın. Uzaklarda, çok uzaklarda bir yıldızın göz kırparcasına yanıp sönen ışığı bir çapak gibi gözünün içine girdi. Sonsuzluk ve boşluk duygusu içini kuşattı. Bu sürekli devinim içindeki evrenin karanlık bir köşesine fırlamış bir kum zerresi küçüklüğünde adına “dünya” dedikleri yerde yaşadığın büyük trajedinin hiç önemi yoktu. İnsanların uğraşısı ve kavgası evrenin tarihi ve yasaları karşısında ne denli anlamsızdı. Seni asmak için didinen bu “büyük devletin” çabaları gülünçtü…
Kenti dinledin sonra. Devinen arabaların, insanları sesi, ta derinden gelen köpek havlamaları, egzoz sesi, tiz düdük sesleri… Tüm bu sesler kulaklarında uğuldadı, bir çığ gibi basınç yapıp, birbirine karıştı. Duyduğun tek şey yaşamın sesiydi. Hücreni algılayamıyordun. Kulaklarında iç içe girmiş sesler yığını halindeki vapur sireni, araba klaksonu, kuş sesleri, köpek havlamaları hep birden dans ediyordu. Yaşam senfonisi. Birden aklına bu geldi. Tan sökümünde yaşam senfonisi buydu. Düzensiz, uyumsuz ve karışık, hiçbir kurala uymak için yaratılmamış; kendiliğinden, doğal seslerin beraberliği, yaşam senfonisi. Sokaktaki insanın kuru gürültü olarak algılayabileceği bir senfoni… Ne kadar güzeldi. Daha önce bu güzelliği bu denli farkına varamamıştın… Vapurun çığlığı, kül altında kalmış korlar gibi yanan ve gerektiğinde bütün vücudunu ısıtan anılarını çağrıştırdı… İçin ürperdi. Anıların da olmayacaktı artık. Evet, bu üzücüydü. Ama yaşam devam edecek. Bu sesler yine birilerinin kulaklarında senfonik anlamına kavuşacaktı. Senin yaşamın, yerine getirilmiş görevlerin anlamını içeriyordu. O halde gökyüzüne bakacak ve yumruğunu sıkacaktın.
Kaç saatin kalmıştı? Gece yarısından sonra olacağı muhakkak. Bu düşünce seni rahatsız etti. O an yaşadığını düşündün. Birkaç saat sonra yine yaşayacaktın. Ya sonra? Tren bu gece kalkacak. Gökyüzüne nasıl bakacaktın? Ölüm ve hiçlik. Sonrası önemli değil. Ama vakit geçiyordu. Bu dakikaları tekrar yaşamanın olanaksızlığı seni çıldırtabilirdi. Ölüm… Ne soğuk bir kelime değil mi? Bir ölü, kendi ölümüne üzülmez. Ya yaşayan biri? Son sözün ne olacaktı?…
Vakit geçiyor. Zaman durmaz mı? Zamanı durdurabilir misin? Kendine gelmelisin. Toparlamalısın kendini. Onlara korktuğunu belli etmemelisin. Onlar senin kararlılığından korkmalı. Ama ölüm… Bilerek ölüm… İpte sallanmak… Acı duyar mıydın? Uzun süren can çekişme… boyun kırıldıktan sonra da bir süre… bağırsakların boşalıp altına … tuvalete gitmeliyim… ” son sözün, son isteğin nedir “diye sorarlar mı? Son sözüm belli… peki son isteğin?.. Bir şarkı, bir müzik… kabul ederler mi? Deniz, Rodrigo’nun Gitar konçertosunu dinlemek istemişti, kabul etmemişlerdi. Sende hücrende ölümü prova ederken Albinoni’nin Adagio’sunu ıslığınla çalardın. Seni motive ediyor, ölümünü romantikleştiriyordu. Çok mu zordu bu isteğin yerine getirilmesi? Çalın şarkımı, sizlere ölümü nasıl gülerek kucakladığımı göstereyim! diyordun. Çalmayacaklardı şarkını ve sen kendi marşını söyleyecektin.
Vakit geçiyor. Ne yapmalısın? Birileri bağırsa, bir ses olsa diyorsun. Vakit boşa geçmemeli. Bir daha yapamayacağın şeyler vardı. O ne, uyku bastırıyor!.. Vücudun külçe gibi, titriyorsun. Korkuyor musun yoksa? “Pişman mısın? Pişman olduğunu söyle seni öldürmeyelim” deseler ne yapardın? Hem o zaman yüreğini sıkan bütün sıkıntılardan da kurtulur, bir anda serçe gibi hafifler huzurlu olursun. Olur musun? Sen böyle bir şey yapabilir misin? Gözünü bile kırpmadan, arkana bile bakmadan tüm yaşamını çevreleyen inançlarını yadsıyabilir misin? Sen lanetlenmiş bir lütufla boynu eğik yaşamaktansa ölmeyi yeğlersin. Dünyadan koparılmış olan yaşamın senin ölümsüzlüğün olacaktır. Sen artık tek başına değilsin. Bu bir kavga, sen bir simgeydin. Kavganın bir yanında sen vardın. O gece, o saatte tüm dünyadaki ezilenlerin çığlığı senin boğazında, yumruğu senin ellerinde, gücü senin ayaklarında olacaktı. Sen onları temsil edecektin. Vücudun artık senin değildi. Onlar omuzlarındaki apoletleri, miğferi ve şapkalarıyla seni izleyecekler. Bu o büyük kavganın rauntlarından biri olacak ve sayı onlar için sayılacak.
Tanrıya inansaydın ölüm bu denli soğuk ve ürkütücü gelmeyecekti. Nasıl olsa öbür dünyada yaşayacaktın. Bunun fanatikçe bir şey olduğunu biliyordun. Ölüm sevgisi tanrı kavramıyla bağdaşabilir mi? İnsanlar tanrıya inandıkları için ölümü nasıl sevebilirler? Tanrıya inananlar çok şey kaybetmeyecekleri için ölümlerini önceden bilseler de acı çekmezler. Gerçekten öyle mi? Ya Tanrıya inanmadığı için yakılanlar, idam edilenler, engizisyon işkencelerine uğrayanlar? Birçoğunun ölürken yüzünde bir gülümseme olduğu söylenir. Giardano Buruno, Lavoisier, Pir Sultan Abdal… O halde ölümü bu denli önemsiz kılan, yaşam karşısında küçülten nedir? Ölüm karşısında acı çekmeyi engelleyenin ölüm severlik olmadığını biliyorsun. Tanrıya inanmıyordun. Ölüm karşısında senin de güçlü olmanı sağlayacak olan bilincindi. Sen, yaşamı çok seviyordun. Öylesine ki, onu en anlamlı ve en dolu biçimde yaşadın. Şimdi ikinci hamleni yapacaktın.
Koridor kapısının sürgüleri büyük bir gürültüyle açılınca, koridor onlarca ayak sesleriyle doldu. Gecenin sessizliğini bozmamaya özen göstererek, ama garip bir telaş ve heyecanla itişip kakışarak ilerleyen postallar. Yine sessizliği bozmamaya çalışan fısıltılar ve köhnemiş koridorun sıvaları dökük duvarlarında yankılanan telsiz sinyalleri. Tüm bu sesler hızla senin hücrene birikti. Kısa bir anlık duraksamadan sonra hücrenin perdesinin açıldığını, kilidin çevrildiğini gördün.
Hazırdın. Kapının açılmasıyla birlikte heyecanının geçtiğini, sakinleştiğini hissettin. O an her davranışını, her adımını kontrol ediyordun. Hücrene dolan yüksek rütbelilerin yüzlerine tek tek baktın. Onlar şaşkın ve tedirgin bakışlarla seni süzüyor, sinirli sinirli sigaralarını çekiştiriyorlardı. Kimisi sıcak yataklarından kaldırılmış olmalarına kızıyor gibiydi. Hafif bir tebessümle “haydi gidelim” diyen sesinin onları irkiltti. Üçüncü hamlen çok güçlüydü. Onlar, böyle bir hareket beklemiyor, durumu açıklayacak kelime arıyorlardı.
Ağır ağır hücrene ve bıraktığın eşyalara baktın. Sen ilerledikçe askerler kendiliğinden çekiliyorlar, yol açıyorlardı. Hücre kapısına geldiğinde marşını söylemeye başladın. Sesin koridorda yankılanıyor, büyüyor, büyüyordu. Önce yakın hücrelerden, sonra ilerde ki koğuşlardan sloganlar ve marşlar yükseldi. O an yüzyıllık utanç duvarı, sıcak yaz gecesinde marşlarla, sloganlarla inliyordu. Herkes seni uğurluyordu. Son eylemine giderken herkes susmuş, yalnız sen konuşuyordun. Seni uğurluyorlardı. Hüzünlü ama dimdiktiler. Senin kıvılcım olacağına emindiler.
Gece karanlık. Kadıköy-Üsküdar arası yaz akşamlarının, hafif rüzgarıyla çalkanan denizin dalgaları kayaları tatlı tatlı okşuyordu. Eğlence yerlerinden çıkan insanlar çakır keyif evlerine gidiyorlardı. Son vapur iskeleden kalkmak üzereydi. Bekleme salonunda tek tük insanlar vardı. Yerler bütün bir günün telaşını yansıtırcasına pislik içindeydi. Dışarıda taksiler son yolcularını bekliyorlardı. O gece sokakların neden kuşatıldığını, polis otolarının neye refakat ettiğini kimse bilmiyordu. Evlerinde rahat yataklarında uyuyanlar, tatil beldelerinde eğlenenler de hiçbir şey bilmiyorlardı. Birkaç dakika içinde Kadıköy-Üsküdar arası yollar kesilmiş, telsizlerden şifreli mesajlar yükselmeye başlamıştı: “Misafirler geliyor!”
Sen ellerin arkadan kelepçeli ringin içindeydin. Ayakta durmuş, bir çivi başı büyüklüğündeki deliklerden İstanbul’a bakıyordun. Şehrin ışıkları, yanıp sönen tabelalar, karanlıktan çıkıp, karanlığa gömülen işaret levhaları, sokak lambaları, egzoz, siren sesleri, arabanın altından hızla akıp giden asfalt, kaldırımlardaki kediler, köpekler, evsiz insanlar… aralarından geçiriliyor, hızla kendi ölümüne götürülüyordun.
Yerin dibinde, rutubetli pis bir koridorda ufacık bir hücredeydin. Artık her şey olması gerektiği gibiydi. Sarıklı bir hoca gecenin hayli ilerlemiş saatlerinde bu garip koridorun görünümünü daha da garipleştiriyordu. Hücre kapısındaki küçük delikten başını uzatıp sana sordu:
-Yaptıklarından pişman mısın?
-Değilim. İnsanın pişman oldukları vardır. Olmadıkları vardır.
-Günah işlediğine inanıyor musun?
-Neyin günah olup olmadığını tartışmayalım.
Seni ne sanıyorlardı ki? Onlar son saniyede bile kendilerini güçlü hissettirmek istiyordu. Sense bu sorunun cevabını yıllar önce vermiştin.
-Kelime-i Şahadet getirebilir misin?
O sırada koridorda ayak sesleri yükselmişti. Avukatın gelmiş, elindeki Kur’anı hocaya vererek bir yeri okumasını istiyordu.
“…Sizi ebediyete gönderenler zannetmesinler ki ebediyete kadar yaşayacaklar…”
Sen kahkahalarla gülünce hoca irkilmişti. İnfaz sırasında da söylenecek sözünün olduğunu, bu sözün insanlara tahrif edilmeden ulaştırılması gerektiğini söylemiş, bunu da ancak siz yapabilirsiniz demiştin avukatına.
Saatler 03.30’u gösteriyordu. Bütün İstanbul uykusunun en tatlı yerindeydi. Bu virane cezaevinde telaşlı, sinirli, uykusuz kalabalığın arasında sen sakin ve kendinden emindin. Bunca telaş senin için miydi? Elleri titreyen, oradan oraya koşturan bu insanlar senin için mi toplanmışlardı? Gülünçtü… Bir insanın ölüme gitmesi onları bu kadar çok korkutuyordu. Anlayamıyordun… Sen ölecektin, onlar korkuyorlardı…
Saatler tam 03.30’u gösteriyordu. Avlu kapısına doğru ağır ağır yürüyordun. Üstünde, idamlıklar has o ak elbise vardı. Arkadan bağlı ellerinle ağır ağır yürüyordun. Artık zaman durmuştu. Şimdi işleyen senin adımlarındı. Her adım ölümle arandaki mesafeyi biraz daha kapatıyordu. Sen kararlı adımlar atıyor, ölümün üzerine gidiyordun. Yaşamın hızı adımlarına bağlanmıştı. Bir saniye adımını geç atman bir saniye daha yaşam demekti.
Saatler 04.55’i gösteriyordu. Avlu kapısına geldiğinde durdun. Gökyüzü ve idam sehpası, ikisi de karşındaydı. Avukatının “gökyüzüne bak” dediğini hatırladın. Bakışlarını bulutsuz göğe çevirdin. Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. Avluya ilk adımını atarken, darağacı tüm görkemi, ürkütücülüğü ile karşında duruyordu… Marşını söylüyordun…
Saatler tam 03.30’u gösterirken avluda yankılanan sesin son eyleminin başlangıcını belirten gonk gibi yankılandı. Kalabalık şaşırdı. Bir işaretle üstüne çullandılar. Bu bir korkuydu. Onurlu bir ölüm töreninin yarattığı saygıdan duyulan bir korkuydu…
Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. Kurşuna dizilen İspanyol devrimciler ile yan yanaydın. Biraz ötende Komüntarları bir duvar dibine çekmişlerdi. Uzakta bir Narodnik kendi sehpasını tekmeliyordu. Hemen yanında Vietnamlı devrimciler sehpaya çıkmak için sıra bekliyorlardı. Julius Fuçik çoktan bir bayrak gibi sallanıyordu ipin ucunda. Deniz’in ayaklarından masayı çekerlerken avludan beyaz bir güvercin havalanıyordu.
Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. Hala marşını söyleyerek ağır ağır ilerliyordun. Karşında son eyleminizde şehit düşen, yanında kanlı elbiseleri henüz kurumamış dört yoldaşın duruyor, sana bakıyorlardı. Hafif mırıldandıklarını, marşına eşlik ettiklerini duydun. Arkalarında başkaları da vardı. Onların yüzlerini seçemiyordun. Ama yabancı gelmiyorlardı. Ağır ağır yumruklarını havaya kaldırdıklarını, gür bir sesle hep birlikte marşa başladıklarını ve güneşin batmadığı o ülkede bir tören hazırladıklarını gördün.
Saatler tam 03.30’u gösteriyordu. İdam sehpasına çıktın. Avlu gene çınlıyordu. İzleyiciler oyunun en heyecanlı yerine hipnotize olmuşçasına bakıyordu. Sen dördüncü hamleni yaptın, haykırdın. “Kahrolsun Faşizm! Kahrolsun Emperyalizm! Yaşasın Mücadelemiz!”
Saatler tam 03.30’u gösteriyordu. Celladının elleri titriyordu. Sen slogan atıyordun, şaka yapıyordun.
“Dikkatli olun beni sakatlayacaksınız” dedin celladına ve sehpaya bir tekme attın.
Saatler tam 04.55’i gösteriyordu. “Heyecanlanma be kardeşim” dedin, titreyen celladına ve gökyüzüne son bir kez baktın. Sana göz kırpan yıldız tam tependeydi. Sehpana bir tekme savurdun. İp boğazını sıkarken sen hala, “Katil Oligarşi” diye bağırıyordun…
Hikayeye dair: Bu öykü, 25 Haziran 1981 de asılarak idam edilen Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan’ın son günü kurgulanarak yazılmıştır. Diyalogları, attıkları sloganları, sehpalarına yürüyüşleri ve sehpalarını tekmeleyişleri gerçektir.
Bu destansı yaşam ve ölümlerinin kahramanların cansız bedenleri avukatları ve aileleri tarafından teslim alınmıştır. Aradan on yıllar geçmesine rağmen isimleri, sadece kuru bir ajitasyon olarak bildirilerde geçmiştir. Birçok “yoldaş”ının yattıkları yeri dahi bilmedikleri bir realitedir.
Onlar “Bağımsız Türkiye” şiarını simgeleyen, yankee ajanlarıyla kendi imkanları ile elde ettikleri silahlarla kendi ülkesinde çarpıştılar.
Tarih onları beraat ettirdi!
...........
Çizim: Emine BORA
Kaynak: Son Haber