Güncel

Hüseyin Solgun: Hüseyin Cevahir’i “unutulmaz” yapan neydi? CEVAHİR'de...

Hüseyin Solgun tarafından kaleme alınan ‘CEVAHİR’ kitabı için “ özellikle 1965-71 döneminin olayları içinde Cevahir'i anlatmaya çalışıyor”dedi.

9 Ekim 2020 Saat: 20:29
Hüseyin Solgun: Hüseyin Cevahir’i “unutulmaz” yapan neydi? CEVAHİRde...
Hüseyin Solgun: Hüseyin Cevahir’i “unutulmaz” yapan neydi? CEVAHİR'de...

Türker Demirci


Hüseyin Solgun'un yazmış olduğu ve Hüseyin Cevahir’i anlatan ‘CEVAHİR’  kitabı, Ayrıntı yayınevi tarafından yayınladı.

Uğur Yıldız tarafından renklendirilmiş ve pek de yayınlanmamış bir Hüseyin Cevahir fotoğrafı ise kitaba güzel bir hoşluk katmış.

Hüseyin Solgun, kitabının yazılması nedenini Net Habet Ajansı’na şöyle açıkladı:

“Cevahir hakkında çıkan kitapların yetersiz olduğunu farkettim. Onu, yaşadığı koşullar içinde yeniden anlatan bir kitap gerekliydi. Bu kitap, Cevahir'in kısa yaşamının safhalarını, dönemin olayları içinde,  şimdiye kadar ortaya çıkmamış yönlerine vurgu yaparak ortaya koyuyor. Cevahir'in eniştesine yazdığı mektuplar bu çalışmada önemli bir yer tutuyor. Cevahir, bu mektuplarda kendini anlatıyor, hayatının dönüm noktalarına ışık tutuyor. Elbette Cevahir'in edebiyat eleştirmenliği özelliği de anlatılıyor. Bu kitap, özellikle 1965-71 döneminin olayları içinde Cevahir'i anlatmaya çalışıyor”

Kitabının Önsöz’ünde,  Hüseyin Cevahir’i “unutulmaz” yapan neydi? Bir insan bu tanımlamayı nasıl hak edebilirdi? Sorusuna yanıtlar veriliyor.

…………

Murat Bjeduğ’un “istense de istenmese de unutulması imkansızdır”[1] diye tanımladığı Hüseyin Cevahir’i “unutulmaz” yapan neydi? Bir insan bu tanımlamayı nasıl hak edebilirdi?

Hüseyin Cevahir, Ehlibeyt’e dayanan bir soydan geldiğine inanılan bir ailenin tek oğlu olarak dünyaya geldi. Sonra doğan kardeşlerinin hepsi de kızdı. Tek olan her zaman daha kıymetli olur. Sadece ailesi değil, tüm köylüleri, tanıdıkları ona kıymet verdiler. Ancak Cevahir, bu kıymete inat edercesine son derece mütevazı, eşitlikçi, saygıdeğer, merhametli… kelimenin gerçek anlamıyla “iyi” bir insandı. Çok kıymetli olduğunu bir üstünlük olarak değil, bir sorumluluk olarak görmüştü. Bjeduğ’un yazdığı gibi “Hüseyin Cevahir, başka bir kumaştan dokunmuş”tu.

İlk ve hep devam eden tutkusu “okumak”tı. O dönemin şartları içinde eğer bu tutku olmasaydı Cevahir ilkokulu dahi bitiremezdi. İlkokul yaşında bir çocuk, nasıl her sabah köydeki evinden kalkar; kar, yağmur, çamur demeden nahiyedeki okuluna gidebilirdi o tutku olmasaydı. Ortaokul ve lise yıllarını kendi evinden uzakta otel odalarında, tanıdıklarının evinde ya da kiraladıkları evlerde okumuştu. Öylesine bir tutkuydu ki, sadece dersleri üzerine kurulu değildi, sanki dünyayı okuyarak yutmak istiyordu; daha ortaokul ve lise yıllarında bulabildiği bütün klasik kitapları okumuştu.

İstanbul Tıp Fakültesini kazandığında sadece ders konuları üzerinde bir hâkimiyete sahip değildi; güçlü bir edebiyat bilgisine de sahip olmuştu. Tıp fakültesi gibi çok zor bir okuldayken bile okumaya, daha doğrusu edebiyata olan tutkusunu yitirmemişti. Daha 21-22 yaşlarındayken,o edebiyat tutkusunun gücüne bakın ki, Cevat Çapan, Edip Cansever, Metin Eloğlu gibi o dönemde de güçlü edebiyatçılarla arkadaşlık kurabilmişti.

Ancak bu tutkusunun kör bir esiri olmadı. Yaşadığı şehir İstanbul’da, görünenin diğer tarafını da gördü; işte edebiyat sanatçısı bunu görebilendi: “Bir mutluluk masalıdır alıp gidiyor”, “Sefalet ve görkem cüce-dev örneği gibi yan yana.”

Edebiyat tutkusu gerçekle, gözlerini kapamadığı gerçekle karşılaştığında başka bir tutkuya dönüşmüştü: Dünyayı değiştirmek.

Ankara’ya, siyasetin merkezine yolculuk yapmasına belki özel nedenler de yol açmıştı ama her ne olursa olsun, hedefini kendisi belirlemişti.

Cevahir’in Ankara yılları, kendi dünyasını belirleyen üç etkenin çarpışmasıyla geçmişti. Ailesini seviyor, saygı duyuyor ve onlara karşı mahçup olmak istemiyordu; bu yüzden İstanbul Tıp’ta olduğu gibi okulunu yarıda kesmeyi değil başarılı bir şekilde okulunu bitirmeyi arzuluyordu. Edebiyatı tutku derecesinde çok seviyordu; bu yüzden Ankara, onun için biçilmez kaftandı. Edebî araştırmalarını yapabilir, dergilerde yayınlayabilir, bir edebiyat çevresinin içinde yer alabilirdi. Yoksulluğun son bulduğu bir dünya için mücadelede yer almayı da istiyordu. Bu amaç için mücadele, öncelikle bağımsız, demokratik bir Türkiye istemekten geçiyordu. İstanbul’da başlayan bu üç etkenli mücadele Ankara’da da daha çarpıcı bir şekilde devam etti. Ancak bir uyumsuzluk vardı; her biri diğerini bir yerde dıştalıyordu.

Hüseyin Cevahir, Siyasal’da geçen üç yılında üç kulvarda birden çalıştı; derslerini, edebiyat yazılarını ve devrimci eylemi ihmal etmedi. İstanbul Tıp Fakültesi’ni 3. sınıfta isteyerek ama Siyasal’ı 3. sınıfta fiilen terk etmişti. 1968 ve 1969 baharında edebiyat alanında yaptığı araştırmalarının bir kısmı yayınlandı. Yordam’da yayınlanan iki yazısından sonra edebiyat alanında başka bir yazı kaleme almamış veya yayınlamamıştı. Aynı dönemlerde devrimci gençlik mücadelesi de büyük bir ivme kazanmıştı. Cevahir, demokratik siyasi eylemin de önde gelen bir devrimcisi olmayı başarmıştı. Özellikle 1969 baharında, işgal günlerindeki duruşu ile arkadaşlarının büyük bir sevgisini, güvenini kazanmış ve önder olarak kabul edilmişti. Ancak 25 yaşını doldurduğunda bir daha dönülemeyecek bir yol ayrımına gelmişti. 1970 yılının baharı ve yazı, Cevahir için işte böyle bir dönemdi. AID eylemine katılması, sonrasında aranır duruma gelmesi, bu yüzden Ege ve Karadeniz’e gitmesi Cevahir’in üç kulvarda birden sürdürmeye çalıştığı mücadelesine son noktayı koymuştu. Ya bağımsız, demokratik ve sosyalist bir Türkiye için sonuna kadar mücadelesine devam edip diğerlerini ihmal edecek, ya da tersini yapacaktı. Bir koltuğa üç karpuz birden sığmıyordu. 1970 yazında bir yol ayrımı ile karşı karşıya kalmıştı. Seçtiği yolu, o dönemin şartlarında ifade edilmesi zor bir cümle ile mektubuna yazmıştı: “Kendime karşı görevimi yapmaya çalışıyorum.” Bu “görev”in serçeşmesi ise felsefi bir cevherdi: “Tüm insanların mutluluğunu istemek.” Aynı yaz kaleme aldığı ilk siyasal yazısı, sadece Mahir Çayan’a katkı niteliğinde değildi, aynı zamanda aldığı zor kararın da bir yansımasıydı. 1970 yazında Karadeniz’den Ankara’ya döndüğünde onu cezaevi ve sonrasında illegal örgüt faaliyetleri bekliyordu.

 

Hüseyin Cevahir’in 20’li yaşlarına denk gelen 1965 ile 1971’in 12 Mart’ına kadar olan dönemi genel olarak, Türkiye’nin özel bir “demokrasi” ve “aydınlanma” parıldamasıydı. Yeni Anayasa’da küçümsenmeyecek demokratik haklar mevcuttu. Bazı kesimler bu hakların farkında olmasa da toplumun çoğu, egemen sınıflara karşı haklarına sahip çıkmak ve haklarını genişletmek için ayaktaydı. Ancak solcu öğrenci gençlik farklıydı; kısa zamanda haklar mücadelesinin ötesinde ülkenin kaderinde söz sahibi olacak denli bilinçlenmiş ve harekete geçmişti. Bu ortam içinde gençlik, sanki bir çağdan diğerine bir çırpıda geçmiş ve başkalaşmıştı. Diğer taraftan okuma, araştırma, öğrenme hevesinin yükseklerde olduğu o dönemde çıkarılan gazetelerin, siyasi ve edebi dergilerin;şiir, roman, öykü ve siyaset üzerine kitapların haddi hesabı yoktu.Bilgilenme amaçlı gerçekleştirilen konferanslar, toplantılar kalabalık ve canlıydı. Kültür ve sanat alanında toplum sanki kabuk değiştiriyordu. Sinema, tiyatro, müzik heyecanla yapılan yepyeni ve capcanlı ürünlerle toplumun karşısına çıkıyordu.

Hüseyin Cevahir bu dönemin bilincindeydi ve üstelik bir eksikliğin de farkındaydı:

“Sanırız ki, hiç bir zaman Türkiye'nin bu denli çok etkin okuyucusu olmamıştır. Gerçekten bilinçli, kültürlü, çağına göre düşünmenin olanaklarına ermiş okur sayısı her geçen gün daha da artmaktadır. Yalnız bir önemli eksikle: Edebiyat, daha doğrusu sanat kültüründen yoksun olarak. Edebiyat kesiminin havası hiç de iç açıcı değil. Yıllanmış ve hiç bir niteliği olmayan kitapları bölük-pörçük çevirerek Türk edebiyatına yön verdiklerini sananlarla, yersel özellikleri olmayan yazılar bastırarak yeni akımlar yaratabileceklerine inananlar kafalarını ellerinin arasına aldıkları zaman daha olumlu düşünmelidirler. -Büyük iyimserlikle- Neden edebiyat kültürü edinmiş okuyucu sayısı azdır?

Öte yandan toplumcu-gerçekçi edebiyatın yürekler paralayıcı durumu. Zaman zaman propaganda edebiyatına dönüşen -hatta aşan- şiirler, öyküler. Okunamamak yine de.

İşte genel havası edebiyatımızın.”[2]

 

Her şeye rağmen Türkiye bir değişimin içindeydi. Elbette sancısız, acısız değişim olamazdı. Toplumun, ABD emperyalizmi ve onunla işbirliği içindeki iktidarı tarafından yönlendirilen bir kesimi, bu değişimi kendi varlık şartlarına doğrudan bir müdahale olarak algıladılar ve geçmişintutucuyanına sarılarak saldırıya geçtiler. Türkiye yirmi yıldır bir yol ayrımı sürecindeydi; gericilerin ülkeyi sokmak istedikleri yolun tabelasında “emperyalizme tam bağımlı yol” yazıyordu. 1965-71 dönemi devrimcileri, demokratları bir zorunluluk ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu yüzden, gerici saldırıya karşı koyabilmek için geçmişin “adlarından”, “sloganlarından”, “kıyafetlerinden” güç almak zorundaydılar.[3] Bu “geçmiş”, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı oldu. Ancak ana hedefleri bu geçmişi tekrarlamak değil, tamamlamak ve sosyalizmi gerçekleştirebilmekti.

Herkes bir şekilde bu tarihsel zorunlulukla karşı karşıya idi. Kimi belirli bir şekil ve zaman içinde bu sürecin içinde yer aldılar; kimi de, Hüseyin Cevahir gibi, tarihsel sorumluluğu sonuna kadar üstlendiler.

Hüseyin Cevahir’in illegal ve silahlı bir siyasal faaliyette yer alması, birçok arkadaşına şaşırtıcı gelmiştir. Cevahir, onlar için her şeyden önce şair, şiiri ve okumayı seven, edebiyat dünyasını yakından takip eden ve bu yönde çalışmalarıyla dikkat çeken bir insandı. Zaten öyleydi de. Onu, bu yanı dışında tanıyanlar için de şaşırtıcı olmuştur; Cevahir, merhametli, saygılı, güler yüzlü, herkesin yardımına koşan, mütevazı bir insandı. Aslında bütün bunlara sahip sahici bir insan olarak kendi vicdanında bir karara varmış ve kendisi ile “uyuşmaz” görünen ama kendisine göre tam da öyle olması gereken yeni bir yol seçmiş, fedakârlığa dayalı inatçı ve aykırı kişiliğini göstermişti. Böylesine bir siyasi cebelleşme döneminde yaşayan Hüseyin Cevahir olana bitene kayıtsız kalamazdı.

 

Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz THKP-C’nin bütün eylemlerine birlikte katılmışlardı, Maltepe olayı hariç. Ziya ve Ulaş polis tarafından yakalanmışlardı; Mahir ve Hüseyin de yakalanmamak için kaçıyorlardı.

Savcılık Mahir Çayan'ı YPG, Hüseyin Cevahir'i PKK üyesi ilan etti - Tele1

Küçük bir kızı “rehine” almak, herhalde Cevahir ve yoldaşı Mahir için, rüyalarında bile görseler bir kâbus olurdu. Ancak sanki kendi iradeleri dışında işlemeleri zorunlu bir “günah” gibi bunu “tesadüfen” yapmışlardı. Uzun bir yolu kan ter içinde koşarak bir eve sığınmışlardı.

 

“Önceden planlamadan gelişigüzel yöneldikleri bir apartmanın 3. katına girip evin içindeki 13 yaşında ortaokul öğrencisi olan Sibel Erkan’ı yanlarında alıkoyarlar ama dışarıya rehin aldıklarını haykırırlar ki, başka çareleri de zaten kalmamıştır.

Tamamen tesadüftür Sibel’in evde olması ve Mahir’le Cevahir’in o eve girmeleri. Çünkü önce apartmanın giriş katına girerler orada bulunan bir anne ve kızının dışarı çıkmasına izin verirler. Ancak dairenin olası bir çatışmada güvenlikli olmamasını düşünüp en üst kata çıkarlar. Eve girdikten sonra Sibel’e korkmamasını, bir kötülük yapmayacaklarını baştan söylerler.”

 

Murat Bjeduğ’un yazdığı gibi tamamen tesadüftür Erkan’ların evine girmeleri. Aslında orada da anne ve iki çocuğunun da çıkmasına izin verirler. Ama kader bu ya, Mahir veya Hüseyin susamıştır, gayriihtiyari su isterler ve Sibel buzdolabından su vermek için içeri girer. Ve o sıra kapı kapatılır telaş içinde ve Sibel içerde kalır. Hiç istenmeyen durum böylece oluşur. Artık Mahir ve Hüseyin’in kendilerinden daha çok düşünmeleri, hayatını güvenceye almaları gereken biri vardır yanlarında. İki gün boyunca, yanlarında istemeden alıkoydukları bir genç kızın, olası bir çatışmadan nasıl sağ çıkabileceğini düşünüp tedbir alırlar.

 

“Evin en güvenli kısmına tahkimat yaparak, operasyon başladığında Sibel’i o kısma alan Mahir ve Hüseyin, kendilerinin zaten öldürüleceklerini biliyorlardı. Ama endişeleri şuydu; bunlar Sibel’i de vurup suçu bizim üzerimize atarlar, bu iftiranın ardından da aleyhte propoganda yürütürler.

Haklı çıktılar; kaygı ve önlem almakla da çok doğru yaptıkları anlaşıldı. Çünkü evin dışarıdan yaylım ateşine tutulması, pencerelerden içeri girildiğinde de hedef gözetmeden taramaya devam edilmesi sonucunda, sıkılan yüzlerce merminin tahribatıyla evin duvarlarının boyası dahi dökülüp çimento görüntüsünün ortaya çıkmasına rağmen Mahir ve Hüseyin’in aldıkları önlem sayesinde Sibel o kurşunlardan kurtulmuştu.

Ama operasyon bittiğinde, sıcağı sıcağına basına verdiği demeçteki şu sözü, benim de dikkatimden kaçmamıştı: ‘Mahir ve Hüseyin abiler bana hiç fenalık yapmadılar.’”

 

Hüseyin Cevahir, yaşamının yedi yılını geçirdiği İstanbul, Ankara, Ege, Karadeniz ve Diyarbakır’da dönemin mücadelesi içinde olmakla kalmamıştır; dönemin kültürel ortamını da içselleştirebilmiş ve örnek bir karakter olabilmiştir. Dönemin havasını sonuna kadar, ciğerleri yettiği kadar solumuştur. Ölümü, bütün arkadaşlarını üzmüştür; sadece örgütsel arkadaşlarını değil, üniversiteden veya herhangi bir nedenle tanıdığı bütün arkadaşlarını da. Çünkü Hüseyin Cevahir, tanıdığı herkesin hafızasında hep güzel bir yerde konumlanmıştı; onu hatırlayan sadece güzel şeyler hatırlıyordu. Bir insan için, keşke onun gibi olabilseydik denebiliyorsa, o insan “unutulmaz” olmayı da hak ediyor demektir.

Sadece bu kadar değil elbette. Bir insanı “unutulmaz” yapan en önemli şey, zamanının dışına taşabilmesi, kendi zamanının dışında da yaşayabilmesidir. Bu da ancak, ondan güç ve moral alınabilmesiyle mümkün olabilir. O, maratonu bırakmamış; ölümüyle, kendi sonrasına da güç ve moral vermiştir. Nasıl ki bir şair, geleceğe taşan şiirleriyle ölümsüz olabiliyorsa ancak Hüseyin Cevahir’i de “unutulmaz” yapan mücadelesi, edebiyatı ve sonuna kadar gidebilme karakterine sahip olabilmesidir. “Unutulmaz” olmak; güç alabilmek için geçmişten bir imge arandığında akla gelebilmektir. Hüseyin Cevahir (ve elbette Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Deniz Gezmiş ve diğer arkadaşları ile birlikte) dayandığı ve güç aldığı geçmişin yerine gelecek kuşaklar için yeni bir “geçmiş” olabilmeyi başarabilmiştir. Kısa yaşamının notaları, Polyuşka Polye’deki[4] gibi azdır ama etkili ve unutulmazdır.

 

“Anlaşılması zor, aşınmış, akademik sözcük yığınlarını değil, mücadele bayrağını taşıyacak kuşaklara aşılamayan mirasıyla gönüllerdeki yerini aldı. Yanlış anlaşılmasın; teori-pratik-teori diyalektiğini yadsımayan ve Mahir’ in teorik mülahaza ve tahlillerini tartıştığı, fikrine müracaat ettiği ilk isimdir Cevahir. Kürttür, ama milliyetler sorununu yadsımayan bir enternasyonalisttir.

Cevahir, istense de istenmese de unutulması imkânsızdır. Saygı ile anılması, özlemle yâd edilmesi de bundandır.”

 

Bu çalışma tam anlamıyla ne bir biyografi ne de yakın tarih çaşılmasıdır; odağına Hüseyin Cevahir’i koyarak her iki çalışma tarzından da esinlenilmiştir. Genel siyasi çerçeve içinde yansıtılan olaylar, Vedat Demircioğlu ve Kanlı Pazar gibi döneme damgasını vuranlar hariç, Hüseyin Cevahir’in ya katıldığı ya da muhtemelen katıldığı veya etkilendiği olaylardır.

1965-71 devrimci döneminin siyasal olayları içindeki binlerce devrimciden biri olan Hüseyin Cevahir öne çıkartılarak Tuğrul Eryılmaz’ın haklı deyişiyle “simge”leştirilmek istenmiştir.[5]

.........

 

1Önsöz’deki alıntılar Murat Bjeduğ’un iki makalesinden yapılmıştır.

https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/huseyin-cevahir-47-yil-once-can-verdi,19822https://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/44-yil-once-katledilen-huseyin-cevahirin-babasi-anlatiyor-vucudunda-83-kursun-deligi-saydim,12015

2 Kalın Çizgilerle Edebiyatımızın Dünü, Yeni Eylem Dergisi, sayı 1.

3 “... Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar” (Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, çev. Tanıl Bora, İletişim Yay., 2010, s. 30).

[4] Bestesi Lev Konstantinoviç Knipper’e ait Rus halk şarkısı. Notaları azdır ama insanı coşturan olağanüstü bir dizilişe sahiptir. Bu yüzden Nazizme karşı mücadelede Sovyet askerlerinin moral marşı olmuştur.

[5] Tuğrul Eryılmaz, 68’li ve Gazeteci, İletişim Yay., 2018, s. 88.

 

 

 

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız