Güncel

İHD ve Cumartesi Anneleri'nden suç duyurusu...Ne dediler?

İHD ve Cumartesi Anneleri Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği dilekçede,müdahalede bulunan ve gaz kullanan kamu görevlileri hakkında şikayetçi oldu.

10 Eylül 2018 Saat: 15:13
İHD ve Cumartesi Anneleri'nden suç duyurusu...Ne dediler?
İHD ve Cumartesi Anneleri'nden suç duyurusu...Ne dediler?

Fotolar: Özgür Basın

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi ve kayıp yakınları tarafından, Cumartesi Anneleri'nin Anayasal bir hak,kişi hak ve özgürlükleri kapsamında olmasına rağmen Galatasaray Meydanı'nda oturmasının yasaklanması, fiili mdahalede bulunulması, gaz bombası kullanılması nedeniyle, bugün İstanbul Valisi, Beyoğlu Kaymakamı ve İçişleriBakanı hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Suç duyurusu dilekçesi şube başkanı Avukat Gülseren Yoleri tarafından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na sunuldu. Dilekçeler İHD adına Avukat Gülseren Yoleri, kayıp yakınları adına ise Avukat Gülseren Yoleri, Emine Ocak, Hanım Tosun, Hanife Yıldız, Elmas Eren,Sultan Taşkaya, Fatma Kırbayır ( Gülmez),İkbal Eren ( Yarıcı),Maside Ocak,Mikail Kırbayır,Hüseyin Ocak, Ali Ocak, Hasan Karakoç tarafından sunuldu. 17 sayfalık iki ayrı dilekçede kayıplarla ilgili ayrıntılı bilgi ve raporlar ile uzmanların görüşüne de yer verildi. 

Görüntünün olası içeriği: 9 kişi, ayakta duran insanlar, kalabalık ve açık hava

Görüntünün olası içeriği: 11 kişi, gülümseyen insanlar, ayakta duran insanlar ve sakal
Görüntünün olası içeriği: 11 kişi, İkbal Eren Yarıcı dahil, ayakta duran insanlar, açık hava ve yazı
Görüntünün olası içeriği: 6 kişi, İkbal Eren Yarıcı dahil, kalabalık
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi adına Başkanı Gülseren Yoleri İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği dilekçede şu görüşlere yer verdi:    

İSTANBUL  CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA

ŞİKAYETÇİ :İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi adına Başkanı Gülseren YOLERİ

Katip Mustafa Çelebi Mah. Çukurluçeşme Sok. Bayman Apt. No:2 BEYOĞLU/İSTANBUL

ŞÜPHELİLER  : 25  Ağustos 2018 tarihinde Beyoğlu Galatasaray Meydanı ve İstiklal Caddesinde  Cumartesi Anneleri oturması  sırasında ve öncesinde Cumartesi Anneleri, Cumartesi İnsanları ,  üye ve yöneticilerimize  kötü muamelede bulunan, ifade , toplanma ve gösteri yapma özgürlüğümüzü engelleyen kolluk görevlileri ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, İstanbul Valisi Vasip Şahin, Beyoğlu Kaymakamı Savaş Ünlü

SUÇ :Hukuka aykırı yasak,haksız yakalama, işkence , darp, yaralama , Görevi Kötüye Kullanma, Suça Teşvik

SUÇ TARİHİ  :25.08.2018

AÇIKLAMALAR 

1)İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyonu dernek tüzüğümüz ve çalışma ilkeleri çerçevesinde,  699 haftadır her cumartesi günü Galatasaray meydanında “Kayıpların akıbeti açıklansın, fail ve sorumluları yargılansın” talebiyle  oturan Cumartesi annelerinin protesto eylemini desteklemiş ve 25 Ağustos 2018 tarihinde yapılacak 700.hafta oturumunda da yanlarında olmuştur.. Eylem 700. Hafta oturumu olması nedeniyle kamuoyu nezdinde daha geniş bir ilgi görmüştür

2) Ancak tümüyle barışçıl sadece kayıpların resimlerinin bulunduğu  ve kamu otoriteleri ve emniyet güçlerince de bunun çok iyi bilindiği,anayasal ve demokratik bir hak arama etkinliği olan  “Cumartesi Anneleri” nin oturma eylemi hukuka aykırı bir biçimde yasaklanmıştır. Eylemin  yasaklandığını  Beyoğlu Kaymakamlığınca 25 Ağustos 2018 tarih ve 1757 sayılı  kararının  tarafımıza tefhim edilmesiyle  öğrendik. Ancak bu kararın  tarafımıza usulen bildirilmesi dahi beklenmeden   kolluk güçleri üyelerimize ve yöneticilerimize  fütursuzca saldırmış,Cumartesi Anneleri/İnsanları ile derneğimizin üye ve yöneticilerini zor kullanarak yerlerde sürüklemiş,ve darp ederek 47 kişiyi gözaltına almıştır.Bu saldırılar sabah saat:10:00 dan itibaren başlamış,gözaltı sürecinin ardından gelen Cumartesi Anneleri/İnsanlarına gaz bombaları,plastik mermiler atılmış,insanların toplu olarak bulundukları pasajlar,kafeler dahil olmak üzere  saatler boyu süren saldırılar gerçekleşmiştir.

Anayasa’nın “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı” başlıklı 34’üncü maddesinde; Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir” şeklinde düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı , Türkiye’de bir asırdan fazla zamandır anayasal güvence altındadır.

Her ne kadar 2911 sayılı yasa metni ve uygulaması Anayasa ile kısmi çelişkiler gösterse de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ve Anayasa Mahkemesi Kararları toplantı özgürlüğünü güvenceye almakta, AİHM içtihatları barışçıl nitelikteki gösterilerin yasadışı olsalar bile engellenmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

3)Anayasa Mahkemesi  25.03.2015 tarihinde verdiği B.No:2013/2394 no lu Osman ERBİL kararının gerekçesinde “Anayasa’ nın 34.maddesinde düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı bireylerin ortak fikirlerini birlikte savunmak ve başkalarına duyurmak için bir araya gelebilme imkanını korumayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla bu hak,Anayasa’nın 25.ve 26. maddelerinde düzenlenen ifade özgürlüğünün özel bir biçimidir. İfade özgürlüğünün demokratik ve çoğulcu bir toplumdaki önemi,toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı için de geçerlidir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı çoğulcu demokrasilerin gelişmesinde elzem olan farklı düşüncelerin ortaya çıkması, korunması ve yayılmasını güvence altına alır.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı ve ifade özgürlüğü,demokratik toplumun en temel değerleri arasındadır.Demokrasinin özünde açık bir tartışma ortamıyla sorunları çözebilme gücü yer almaktadır.Şiddete teşvik dışında toplantı ve ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılmasına yönelik önleyici nitelikli radikal tedbirler,yetkililerin eylemlerde kullanılan ifadeler ve bakış açılarını kabul edilemez olarak değerlendirdiği ya da eylemlerin yasadışı olduğu durumlarda dahi,demokrasiye zarar verir.HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYALI DEMOKRATİK BİR TOPLUMDA,MEVCUT DÜZENE İTİRAZ EDEN VE BARIŞÇIL YÖNTEMLERLE GERÇEKLEŞTİRİLMESİ SAVUNULAN SİYASİ FİKİRLERİN,TOPLANTI ÖZGÜRLÜĞÜ VE DİĞER YASAL ARAÇLARLA KENDİSİNİ İFADE EDEBİLMESİ İMKANI SUNULMALIDIR.

Anayasanın 34. maddesi fikirlerin silahsız ve saldırısız,başka bir ifade ile barışçıl bir şekilde ortaya konulabilmesi için toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını güvence altına almıştır.Kolektif bir şekilde kullanılan bu hak,düşüncelerini ifade etmek isteyen kişilere şiddeti dışlayan yöntemlerle düşünceleri açıklama imkanı vermektedir....bu kapsamda toplanma hakkının amacı şiddete karışmayan ve fikirlerini barışçıl bir şekilde ortaya koyan bireylerin haklarının korunmasıdır.Bunun dışında toplantının veya gösteri yürüyüşünün hangi amaçla yapıldığının bir önemi yoktur.

Anayasa’ nın 34.maddesinde herkesin “önceden izin almaksızın” barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı güvence altına alınmıştır. Bu çerçevede 2911 sayılı Kanun’  da toplantı ve gösteri yürüyüşleri için bildirim usulü kabul edilmiştir. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin izin veya bildirim usulüne bağlanması, her türlü toplantı,yürüyüş veya diğer gösterilerin düzgün bir şekilde yapılmasını güvence altına almak için yetkililere makul ve uygun tedbir alma imkanı sağlamak amacına yöneldiği sürece,kural olarak hakkın özüne dokunmaz.” demiştir.

4)Anayasa Mahkemesi ALİ RIZA ÖZER VE DİĞERLERİ Başvurusunda Başvuru No:2013/3924 Karar tarihi:06/01/2015 tarihli kararında:” .          34. maddesinde güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının tüm Açıklanan gerekçelerle, birinci eylem açısından başvurucuların genel yasaklayıcı emir ile Ankara’da yapılacak basın açıklamasına katılımlarının ve bu tutuma karşı yaptıkları gösteri yürüyüşünün engellenmesinden dolayı Anayasa’nın başvurucular açısından ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.” demiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ nin OYA ATAMAN-TÜRKİYE DAVASI(Başvuru No:74552/01) kararında;

AİHM, devletlerin, sadece toplantı yapma hakkını korumakla kalmayıp, bu hakkı dolaylı yoldan usulsüz bir şekilde sınırlandırmaktan da kaçınmalarının gerektiğini not etmektedir. Son olarak AİHM, 11. madde koruma altındaki hakların kullanılmasında kamu güçlerinin keyfi müdahalelerine karşı kişiyi koruma amacını içeriyorsa, buna ek olarak bu hakların etkili bir şekilde kullanılmasını sağlama pozitif yükümlülüğünü de kapsadığına kanaat getirmektedir

AİHM, ulusal mevzuat hükümlerini gözönünde bulundurarak, halka açık gösterilerin düzenlenmesi için hiçbir izne gerek olmadığını gözlemlemektedir. Olayların meydana geldiği dönemde, yetkili makamlara yapılacak bildirinin olaydan yetmiş iki saat önce yapılması gerekiyordu. İlke olarak benzeri düzenlemeler, AİHS tarafından korunduğu şekliyle toplantı yapma özgürlüğüne gizli bir engel oluşturmamalıdır

AİHM için, göstericilerin şiddet içeren faaliyetlerde bulunmadığında kamu güçlerinin, AİHS’nin 11. maddesi tarafından güvence altına alındığı şekliyle toplantı özgürlüğünün geçerli olabilmesi için, barış yanlısı toplanmalara hoşgörüyle yaklaşması önem arz etmektedir.

Sonuç olarak AİHM, bu davada polisin zor kullanarak müdahale etmesinin orantılı olmadığına ve AİHS’nin 11. maddesinin ikinci paragrafı uyarınca kamu düzeninin korunması için gerekli bir tedbir oluşturmadığına kanaat getirmektedir.”diyerek ihlal kararı vermiştir.

Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin DİSK ve KESK v. TÜRKİYE (Başvuru No. 38676/08) no lu kararında;

 AİHM Devletlerin, sadece barışçıl amaçlarla toplantı düzenleme ve toplantıya katılma özgürlüğünü korumakla kalmaması bu hakkın kullanımını engelleyen makul olmayan dolaylı sınırlamalar koymamaları gerektiğine işaret etmektedir.

 AİHM Taraf Devletlerin kamu güvenliği gerekçesiyle gösteri yapılmasına sınırlamalar getirebileceğini hatırlatır. Kamuya açık bir alanda yapılan gösterinin trafiğin aksaması seklinde günlük hayatın isleyişini bir miktar bozucu etkisi olsa da, kamu yetkililerinin Sözleşmenin 11. maddesinde teminat altına alınan barışçıl toplantı hakkının özünün zarar görmesini engellemek amacıyla, barısçıl toplantılara bir miktar hoşgörü ile yaklaşmaları gereklidir (bkz., Galstyan v. Ermenistan, no. 26986/03, §§ 116-117, 15 Kasım 2007, ve Bukta ve diğerleri v. Macaristan, no. 25691/04, § 37, AĐHM 2007-III).

 AİHM, göstericilerin şiddete başvurmadığı durumlarda, kamu yetkililerinin Sözleşmenin 11. maddesinde teminat altına alınan barışçıl toplantı hakkının özünün zarar görmesini engellemek için, barısçıl toplantılara bir miktar hoşgörü göstermeleri gerektiği kanaatindedir (bkz., Nurettin Aldemir ve Diğerleri v Türkiye, no. 32124/02, 32126/02, 31229/02, 32132/02, 32133/02, 32137/02 ve 32138/02 § 46, 18 Aralık 2007).

 Yukarıda anlatılanların ışığı altında, AİHM söz konusu davada polis memurları tarafından güç kullanılarak yapılan müdahalenin orantısız olduğu ve kamu düzeninin bozulmasına engel olmak üzere gerekli olmadığı kanaatindedir.

 Bu nedenle söz konusu davada Sözleşmenin 11. maddesi ihlal edilmiştir.

 Toplanmanın yasal olup olmadığına bakmaksızın, yetkililerin belli bir hoşgörü göstermesi gereklidir.” demiştir.

Yani mahkeme Taksim meydanının barışçıl nitelikte olan 1 Mayıs gösterilerine yasaklanmasını mümkün görmemiştir. AİHM’in benzeri nitelikte birçok kararı bulunmaktadır.

Anayasa’nın 90. Maddesi uyarınca usulüne uygun olarak imzalanıp yürürlüğe girmiş bulunan insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası sözleşmeler yasa hükmündedir ve normlar hiyerarşisi bakımından Anayasa’ya aykırılığı da iddia edilemez, yani Anayasa’nın da üstünde yer alır. Bu itibarla, Türkiye’nin imzacısı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri ve Mahkeme içtihatları da öncelikle uygulanacaktır.

Anayasa uyarınca “demokratik hukuk devleti” ilkesinin zorunlu bir koşulu olarak,uluslararası hak bildirgeleri ve sözleşmelerle güvence altına alınmış temel insan haklarının korunup güçlendirilmesi zorunluluğu vardır. Anayasanın 13. Maddesi, Anayasa’da yer alan temel hakların ancak yasalarla sınırlanabileceğini, sınırlamaların hakkın özüne uygun ve ölçülü olması gerektiğini teminat altına almaktadır.

25 Ağustos 2018 günü ,tüm ulusal ve ulusalüstü belgelerle güvence altına alınmış en temel evrensel hakkımız olan toplanma ve gösteri  yapma özgürlüğümüz ölçüsüz bir şiddetle engellenmiştir. Demokratik eylemimiz büyük bir polis saldırıyla daha başlayamadan dağıtılmıştır. Üyelerimiz ve yöneticilerimiz İşkence yapılarak gözaltına alınmıştır. Kayıp yakını yaşlı anneler dahi yerlerde sürüklenmiştir.

4) Yukarıda ifade ettiğimiz üzere ortada hiçbir hukuka aykırılık yok iken, üyelerimiz ve yöneticilerimiz derneğimizin tüzüğü ve kuruluş ilkelerine uygun bir   faaliyeti gerçekleştirmeye çalışırken  haksız olarak engellenmiş, gözaltına alınmış, darp edilmiş, orada bulunmaları dahi kriminalize edilmeye çalışılmış ve nihayetinde etkinliklerimizi gerçekleştirmemiz  hukuka aykırı olarak engellenmiştir.

Ancak derneğimizin ve insan hakları savunucularının en temel amacı temel hak ve özgürlükleri korumak, hukuka uygun demokratik bir sistemin oluşmasını sağlamaktır. Derneğimiz tüm yasadışı engelleme çabalarına rağmen bu doğrultuda faaliyetlerini sürdürmeye devam edecektir.

Bütün bu, yasalarla ve Uluslar arası sözleşmelerle güvence altına alınmış en temel demokratik  anayasal hakkımız olan şiddetsiz toplantı ve gösteri yapmak suretiyle ifade özgürlüğümüzü  kullandığımız  esnada uğramış olduğumuz , İşkence, tehdit,darp ve yaralanmaların sorumlularının tespit edilerek  cezalandırılmalarını talep ediyoruz.

HUKUKİ SEBEPLER   :Anayasa,,5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu,Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, AİHM İçtihatları,Anayasa Mahkemesi Kararları,her tür yasal delil

DELİLLER                  :Kamera Kayıtları,Darp Raporları,Tetkik ve Tedavi Belgeleri, Tanıklıklar,her tür yasal delil                    

SONUÇ VE İSTEM      : Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı Galatasaray  Meydanını ve İstiklal Caddesini yasa ve hukuk dışı bir şekilde toplantı, gösteri ve basın açıklamasına yasaklayan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu,  İstanbul Valisi Vasip Şahin,Beyoğlu Kaymakamı  Savaş Ünlü ve gerek fiilen engelleme suçunu her türlü şiddete başvurarak  yerine getiren gerekse de bu emirlere aracılık eden diğer kolluk kuvvetleri   hakkında Soruşturma başlatılmasını, Soruşturma neticesinde Şüpheliler hakkında Cezalandırılmaları istemiyle Kamu davası açılmasını talep ederiz. 10.09.2018

 

Gülseren YOLERİ              

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi adına- Şube Başkanı

.................................................................

Avukat Gülseren Yoleri, Emine Ocak, Hanım Tosun, Hanife Yıldız, Elmas Eren,Sultan Taşkaya, Fatma Kırbayır ( Gülmez),İkbal Eren ( Yarıcı),Maside Ocak,Mikail Kırbayır,Hüseyin Ocak, Ali Ocak, Hasan Karakoç tarafından sunulan dilekçede ise şunlar ifade edildi: 

ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA

Gönderilmek Üzere

İSTANBUL NÖBETÇİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA

MÜŞTEKİLER : 1-  Gülseren  YOLERİ  İnsan Hakları Derneği  İstanbul Şubesi adına-Şube başkanı)

ADRES            :    Katip Mustafa Çelebi Mah. Çukurlu Çeşme Sk. Bayman Apt.  No 2/1Taksim –Beyoğlu /İSTANBUL

                              2 – Emine OCAK 

                              3-   Hanım TOSUN

                              4-   Hanife YILDIZ

                              5-   Elmas EREN

                              6-   Sultan TAŞKAYA

                              6-  Fatma KIRBAYIR ( GÜLMEZ) 

                              7-  İkbal EREN ( yarıcı)

                              8-  Maside OCAK

                              9-  Mikail KIRBAYIR

                            10-  Hüseyin OCAK

                            11-  Ali OCAK 

                            12 – Hasan KARAKOÇ

 

ŞÜPHELİ         :  İÇİŞLERİ BAKANI SÜLEYMAN SOYLU, Bakanlıklar/Ankara

SUÇ                : Halkı kin ve düşmanlığa tahrik, hakaret, iftira, suç uydurma, kişinin hatırasına hakaret, görevi kötüye kullanma

SUÇ TARİHİ: 27.08.2018

KONU             : Şüphelinin 27.08.2018 tarihli açıklamasında halkı kin ve düşmanlığa tahrik, hakaret, iftira, suç uydurma, kişinin hatırasına hakaret, görevi kötüye kullanma suçunu işlediğine dair suç duyurusu ile kamu davası açılması talebimizdir.

AÇIKLAMALAR

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 27 Ağustos 2018’de katılmış olduğu Eğitim Daire Başkanlığı Durmuş Yalçın Konferans Salonu'nda düzenlenen 104. Dönem Kaymakamlık Kursu Açılış Programı’nda 25 Ağustos 2018’de İstanbul Galatasaray Meydanı’nda 700. Hafta oturma eylemini yapmak için toplanan Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinin yasaklanması ve ardından yaşananlara ilişkin aşağıdaki açıklamayı yapmıştır.[1]

"Doğrudan doğruya terör örgütünün sözcülüğünü yapıyorlar, savunuyorlar, hiçbir şey yapamıyorsa eylemlerine sessiz ve tepkisiz kalıyorlar. Örgütlere bir 'poker yüzü' temin etmeye ve aslında bir meşruiyet alanı açmaya çalışıyorlar. Terör örgütleri Türkiye'de her zaman bir istismar içinde olmuştur. Kadın istismarı yaptılar, çocuk istismarı yaptılar, etkin köken istismarı yaptılar, mezhep istismarı yaptılar. Bugün terör örgütleri, bu odaklar eliyle bir başka istismar alanı peşinde koşuyorlar, anne istismarı. Yapılmak istenen çok açıktır. Annelik kavramı üzerinden bir mağduriyet oluşturup, hem teröre bir mağduriyet maskesi giydirmeye çalışıyorlar, hem de toplumu ayrıştırmaya çalışıyorlar. Galatasaray Lisesi önünde toplanıyorlar. Peki bu işin aslı nedir? 1995 yılında, resmi raporlarla ve örgüt içi itiraflarla belgelenmiş, aşırı sol TKP/ML örgütü tarafından gerçekleştirilmiş bir örgüt içi infazın suçunu devlete yıkmaya çalışan bir eylem. Kayıp falan değil, gözaltına alınmış değil, örgüt infaz etmiş, bir kenara bırakmış. Bu olay üzerinden bir mağduriyet hikayesi üretildi ve yıllardır annelik üzerinden bir istismar ortaya konuluyor. Bugün de terör örgütü ve bölge sorumlusunun bahane edildiği bir anlayış söz konusudur. Dikkat edin, son günlerde renkli listelerde aradığımız teröristleri, bölge sorumlularını etkisiz hale getirdikçe bu tepkiyle karşılaşıyoruz. Bu bir tesadüf değildir. Bunu kabul etmek de mümkün değildir. Hasan Ocak, Galatasaray Meydanı'ndaki eylemlerin başlama sebeplerinden sadece birisidir. Servis ediliyor. Çok affedersiniz, bu kişiler, Eminönü Meydanı'nda gezerken mi kayboldu? Neden her şeyi açık açık konuşmuyorlar? Hasan Ocak, TKP/ML Terör Örgütü üyesi değil miydi? Örgüt tarafından infaz edilmedi mi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde bu konuda dava açılmadı mı? Bu davada komisyona ifade veren bir başka örgüt üyesi, bu işin örgüt içinde bir infaz olduğunu anlatmadı mı? Muhatapları bu dediklerimin detaylarını çok iyi bilirler. Bu ve bundan sonra bu eylemlere konu edilmiş kişiler, yasa dışı örgüt üyesi değiller miydi? İzin vermedik, doğrudur. Çünkü artık bu istismarın ve kandırmacanın son bulmasını istedik. Bu ikiyüzlü kandırmacanın son bulmasını istedik. Ne yapsaydık yani, anneliğin, terör örgütü tarafından istismar edilmesine, anneliğin teröre kılıf yapılmasına göz mü yumsaydık? Çocuklarımızı terör örgütü üyeliğine özendirip, 'İstanbul'un göbeğinde anılacaksınız' diye teşvik etmelerine, anneleri gözü yaşlı bir şekilde evlat yolu gözler halde bırakmalarına göz mü yumsaydık? Ne yapalım yani terörle mücadeleyi rafa mı kaldıralım? DHKP-C kiralık katil tarzı eylemlerine devam etsin, diğer sol gruplar eylemlerine devam etsin, PKK Doğu ve Güneydoğu'da acı üstüne acı yaşatsın, FETÖ Türkiye'nin tamamını eline geçirmek için bir gece topla tüfekle saldırsın, biz sırtımızı mı dönelim, devleti, ülkeyi bunlara teslim mi edelim? Anne, devlet, millet gibi kavramları, yıllarca bunların düşmanlığını yapmış terör örgütlerine ve onların çağrısıyla toplanan payandalarına istismar ettirmeyiz. Bu millet yüz yıl önce bunların ağababalarına bu ülkeyi teslim etmemişti, bugün onların paçozlarına da teslim etmez, bunu herkes böyle bilsin."

1-Cumartesi Anneleri Kimdir?

Kaybedilme olgusu ağırlıklı olarak 90’lı yılların başında çok hızlı bir şekilde artarken, Türkiyeli insan hakları savunucuları da gelişmelerle ilgili kamuoyunun ve hükümet yetkililerinin konuya dikkatlerini çekmeye başladılar. İnsan Hakları Derneği ilk olarak 18 Aralık 1992 tarihinde “Kayıplar Bulunsun” sloganı ile bir kampanya başlattı.

27 Mayıs 1995 Cumartesi günü saat 12.00’da kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları “Gözaltındaki kayıplar son bulsun, kayıpların akıbeti açıklansın, sorumlular bulunsun ve yargılansın” talebiyle Galatasaray Meydanında ilk kez oturma eylemi yaptı.Cumartesi oturmaları, Emine Ocak’ın oğlu Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995’te gözaltına alınması ve 58 gün sonra işkenceyle öldürülmüş bedeninin Kimsesizler Mezarlığında bulunmasıyla başlamıştı. Bu gelişme üzerine dönemin İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Akın Birdal İle Türkiye İnsan Hakları Vakfı başkanı Yavuz Önen’in yaptıkları ortak çağrının ardından yakınlarını kaybedenler 27 Mayıs 1995 tarihinden itibaren Cumartesi günleri Galatasaray meydanında oturmaya başladılar.

İHD 01 Haziran 1995 tarihinde 2. kez ve “kayıplara son, sorumlular yargılansın” sloganı ile kayıplar kampanyasını başlattı.

Cumartesi Anneleri/İnsanları 13 Mart 1999’da saldırılar nedeniyle belirsiz bir süre oturmalarına ara verdiklerini açıkladılar. 10 yıllık aradan sonra 31 Ocak 2009’da Cumartesi oturmaları yeniden başladı ve kesintisiz olarak devam ediyor.[2]

İnsan Hakları Derneği, 1995’ten bu yana her yıl 17-31 Mayıs tarihleri arasındaki dönemi “Kayıplar Haftası” olarak anıyor.

2-Zorla Kaybetme Nedir?

BM Herkesin Zorla Kaybetmelere Karşı Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşmeye göre ‘zorla kaybetme’ terimi, “(…) devlet görevlilerinin ya da devletin yetkilendirmesi, desteği veya göz yummasıyla hareket eden kişilerin ya da kişi gruplarının gözaltına alma, tutuklama, kaçırma ya da diğer herhangi bir biçimde özgürlükten yoksun bırakması ve bu durumdaki bir kimseyi, özgürlükten yoksun bırakmayı kabul etmenin reddedilmesi veya kaybedilen kişinin akıbetinin ya da nerede olduğunun gizlenmesiyle, hukukun koruması dışına çıkarması(…)”dır.

Sözleşme Madde 1

1. Hiç kimse zorla kaybetmeye maruz bırakılamaz.

2. Fiili savaş durumu, savaş tehdidi, ülke içinde siyasal istikrarsızlık veya başka herhangi bir kamusal acil durum dâhil olmak üzere, hangi istisnai koşullar söz konusu olursa olsun, bunlar zorla kaybetme için gerekçe olarak ileri sürülemez.1. Hiç kimse zorla kaybetmeye maruz bırakılamaz.

  • 3-Türkiye’de Zorla Kaybedilme Vakalarından Bazıları:

 

a) Türkiye’deki zorla kaybetme olaylarına ilişkin AİHM’nin vermiş olduğu ilk karar Kurt-Türkiye Davası’dır.[3] Başvuran Koçeri Kurt Bismil’de yaşamaktadır. 1993 yılında korucuların ve jandarmaların köylerine yapmış oldukları baskın esnasında oğlu Üzeyir Kurt’u gözaltına alma gerekçesiyle götürdüklerini, bir gün sonra oğlunu askerlerin yanında vücudunda morluklar olmak üzere gördüğünü iddia etmektedir. Olayın ardından savcılığa başvuran baba, oğlunun gözaltı kaydının bulunmadığını, PKK tarafından kaçırılmış olabileceği cevabını almıştır. AİHM, kaybedilenin güvenlik güçlerinin elinde ölmüş olabileceğine dair şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin delil olmadığından, etkili ve yeterli soruşturma yapılmaması ve gözaltı kayıtlarının bulunmaması gibi sebeplerle AİHS’in 5. maddesinde düzenlenen kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

b) Meryem Çelik ve Diğerleri-TürkiyeDavası[4], Şemdinli Ormancık mezrasındaki askeri operasyon neticesinde gözaltına alınan on iki kişinin kaybedilmesi ve zorla kaybetme eylemine ilişkin etkin soruşturma yürütülmemesi nedeniyle AİHM Türkiye’nin yaşam hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir. Ayrıca kaybedilenlerin akrabalarının da acı çekmesi ve ıstırabın devam etmesi nedeniyle işkence yasağının ihlal edildiğine hükmetmiştir. Failler hakkında soruşturma izni verilmediği için 18 Temmuz 2000 tarihinde takipsizlik kararı verilmiş ve Türkiye’de hiçbir fail yargı önüne çıkarılmamıştır.[5]

c) Abdullah Canan - Türkiye Davası[6]: 17 Ocak 1996 tarihinde Yüksekova-Van karayolunda kontrol esnasında Abdullah Canan gözaltına alınmış, askeri bir araçla götürülmüştür. Kontrol esnasında diğer araçlardan, Abdullah Canan’ın aracını tanıyan ve onun gözaltına alındığına şahit olan kişiler mevcuttur. Canan’ın kaybolmasını takiben yakınları Savcılık, Emniyet Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı gibi ulaşabildikleri tüm mercilere başvuruda bulunarak, Canan’ın adı geçen binbaşı tarafından götürüldüğünü, akıbetinin bilinmediğini ve yakınlarının bulunmasını istedikleri şeklinde dilekçeler sunmuşlardır. Söz konusu dilekçelerine hiçbir yanıt alamamışlardır. Bir süre sonra Abdullah Canan’ın aracı kapıları kilitli vaziyette bir anayol kenarındaki uçurumun içinde hiçbir kaza izine rastlanmaksızın bulunmuştur. 21 Şubat 1996 tarihinde Abdullah Canan’ın cesedi, ağzı kapatılmış ve elleri bağlanmış vaziyette bir yol kenarında bulunmuştur. AİHM esas bakımından, hükümetin izahatlarının yeterli olmadığını, Devlet’in, güvenlik güçlerince öldürüldüğü iddia edilen Abdullah Canan’ın ölümünde güvenlik güçlerinin dahli olmadığını ispat etme yükünü üzerinden atamadığını, bu sebeple de Canan’ın ölümünden devletin sorumlu olduğunu ve AİHS’in 2. Maddesinde düzenlenen yaşam hakkının ihlal edildiğini hükme bağlamıştır.

d) Tahsin Acar – Türkiye Davası[7]: Başvuranın kardeşi M. Salim Acar, Bismil’de yaşayan ve çiftçilik yapan bir kişidir. Sivil kıyafetli ve silahlı polis oldukları iddia edilen 2 kişi tarafından, birçok tanığın arasında zorla alınarak götürülmüştür ve kendisinden bir daha haber alınamamıştır. İç hukuktaki yargı sürecinin ardından başvuru AİHM’ye gelmiştir. Hükümet AİHM’den başvuru takibatını devam ettirmemesi ve Sözleşme’nin 37.maddesi gereği kayıttan düşürülmesini talep etmiştir. Mahkeme bu talebi kabul edip, kayıttan düşürmüştür. Bunun üzerine başvuran Daire’nin kararını Büyük Daire’ye taşımıştır. Sonuç olarak kayıttan çıkarılma talebi reddedilmiş ve esastan görüşmeye karar verilmiştir. Bu davada AİHM, kaybetme vakalarında etkin soruşturma yapılmaması gibi durumların 2. maddenin ihlali anlamına geleceğine hükmetmiştir.

e)Timurtaş – Türkiye Davası[8]:Mehmet Timurtaş 1928 doğumlu bir Türk vatandaşı olup, İstanbul’da yaşamaktadır. Başvuruya konu olan olayların yaşandığı dönemde Cizre’de ikamet etmektedir. 1993 yılında başvuran kimliği belirsiz bir kişi tarafından telefonla aranmış, telefondaki şahıs başvurana, oğlunun(Abdulvahap Timurtaş) Şırnak-Silopi yakınlarında bir grup asker tarafından gözaltına alındığını bildirmiştir. Başvuran ilgili jandarma komutanlığına başvuru yaptığında, oğlunu tanımadıkları ve gözaltında böyle birinin bulunmadığı yanıtını almıştır. Başvuran, gözaltındayken oğlunu gören iki kişinin olduğunu ve tanıklık edebileceklerini de belirtmiştir. Başvuran AİHM’ye yaptığı başvuruda, bir de 14 Ağustos 1993 tarihli bir rapor sunmuştur. Söz konusu rapor jandarma komutanı Hüsam Durmuş’un(başvurana ilk müracaatı esnasında oğlunun ellerinde olmadığını söyleyen şahış) imzasını taşıyan ve başvuranın oğlu ve bir kişinin daha, operasyon esnasında yakalandıklarını ve gözaltına alındıklarını kaydetmektedir. Raporda başvuranın oğlunun PKK’nın Silopi kırsal sorumlusu ve lideri olduğu da belirtilmiştir. Söz konusu rapor asıl raporun fotokopisidir. Hükümet söz konusu raporun sahte olduğunu iddia etmiştir. Bunun üzerine Komisyon raporun orjinalini talep etmiş fakat Hükümet, gizli belge olması gerekçesiyle ibraz etmekten kaçınmıştır. Komisyon bu gerekçe ile belge talebinin reddini kabul etmemektedir. AİHM, hem yaşam hakkının ihlali hem de etkin soruşturmada yetersiz kalınması nedeniyle Sözleşmenin 2. Maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

f) Muhsin Taş – Türkiye Davası[9]: Muhsin Taş bir operasyon sırasında yaralanarak üzerinde bir el bombası ve silah ile, askeri birlikler tarafından yakalanmış yarasının tedavisi için hastaneye götürülmüştür. Tutanaklara göre tedavisi boyunca gözaltı süresi uzatılmış, iyileştikten sonra da askerler tarafından, PKK sığınaklarını göstermesi amacıyla operasyona götürülmüş, ancak burada PKK ile girişilen çatışmadan faydalanarak kaçmış ve bundan sonra kendisinden haber alınamamıştır. Komisyon söz konusu tutanağı inandırıcı bulmamış ve tutanaktaki imza sahiplerini dinlemek istemiştir. Fakat yetkililer tarafından, tutanaktaki isimlerin kod isimler olması sebebiyle, söz konusu kişilere ulaşılamadığı iddia edilmiştir. Başvuran bundan önce savcılığa şikâyette bulunmuşsa da hiçbir soruşturma ya da kovuşturma yapılmamıştır. Mahkeme kaybedilen kişinin ölmüş olduğunu varsayarak 2. maddenin ihlaline hükmederken, gerekçe olarak yine devletin yeterli ve makul açıklama getirmemesi, sunduğu tutanakların gerçeği yansıtmaması, devlet ajanlarının kuvvet kullanmalarını meşru kılacak sebepler öne sürmemesi, etkili soruşturma yapılmaması ve yetkililerin bu hususta özen göstermemesine dayanmıştır.

g) İrfan Bilgin – Türkiye Davası[10]: Kenan Bilgin 12 Eylül 1994 tarihi civarında yapılan operasyonlar sonunda yakalanarak Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Birimine ait bir yerde en az 3 Ekim 1994 tarihine kadar gözaltında tutulmuştur. Kişinin tutukluluk haline ilişkin herhangi bir belge bulunmamaktadır. Kenan Bilgin’in ağabeyi yetkili makamlara başvurmasına rağmen, kardeşinin nerede olduğu ve başına ne geldiği hakkında yetkililer tarafından kendisine inandırıcı bir cevap verilmemiştir. On kadar kişinin Kenan Bilgin’i emniyet müdürlüğü binasında gözaltında ve kötü bir şekilde gördüklerini belirtmelerine rağmen, yetkililer yeterli bir soruşturma yapmamışlardır. Başvurucu, kardeşinin gözaltında tutulmasının 5. md. 1. fıkraya aykırı olduğu, keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakıldığı ve yine kişinin 5. md. 3. fıkradaki güvencelerden yoksun bırakıldığı iddiası ile AİHM’ye başvuruda bulunulmuştur. Türk hükümeti ise bu kişinin gözaltına alınmadığını ileri sürmüştür. AİHM, Kenan Bilgin’in 12 Eylül 1994 tarihinde güvenlik güçlerince gözaltına alındığını ve 3 Ekim 1994 tarihine kadar güvenlik güçlerinin elinde bulunduğunu, ancak bu konuda hiçbir kaydın tutulmadığını ve bundan sonra akıbetinin ne olduğu konusunda hiçbir kayıt ve bilginin bulunmadığını tespit ettikten sonra Sözleşme’nin 2. maddesi yanında 5. maddenin de ihlal edildiğine karar vermiştir.

h) Hamza Çiçek – Türkiye Kararı[11]:10 Mayıs 1994’de askerler Derneb’e gelmiş ve köylüleri cami yanında toplayıp kimlik kontrolü yapmışlardır. Kontrol sırasında içlerinde Tahsin ve Ali İhsan Çiçek’in de bulunduğu altı kişi güvenlik güçlerince gözaltına alınarak Lice Öğrenci Yurduna götürülmüşlerdir. Olaydan dört gün sonra, diğerleri serbest bırakılmasına rağmen, Tahsin ve Ali İhsan Çiçek’ten bir haber alınamamıştır. Hamza Çiçek, oğullarının 5. maddenin öngördüğü güvencelerden yoksun bir şekilde gözaltında tutulmaları ve gözaltında kayıp iddiaları ile AİHM’ye başvurmuştur. AİHM, başvurucunun oğullarının 6,5 yıl geçmesine rağmen haklarında hiçbir bilgi edinilememesi nedeniyle bu kişilerin güvenlik güçlerinin elinde bulunduğu sırada kabul edilmeyen bir gözaltı sonucu öldükleri ve yetkililerce olayın yeterli bir şekilde soruşturulmadığı gerekçesi ile Sözleşme’nin 2. Ve 5. Maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

i) Orhan – Türkiye Kararı[12] : 6 Mayıs 1994 de güvenlik güçleri Diyarbakır’ın Deveboyu köyüne gelmiş, köyü yakıp boşaltmışlar. 24 Mayıs 1994 de yine aynı askerler Deveboyuna geldiklerinde Selim ve Hasan Orhan ile Cezayir Orhan’ın evlerini tamir ettiklerini görmüşlerdir. Bunun üzerine başvurucunun kardeşleri olan Selim ve Hasan Orhan ile oğlu Cezayir Orhan’ı gözaltına almışlardır. Askerler, komutanlarının bu kişileri görmek istediğini söylemişlerdir. Aynı gün öğleden sonra 16:30 da askerler ve bu üç kişi Gümüşsuyu Köyünde sigara içerken ve sağlıklı olarak görülmüşlerdir. 25 Mayıs 1994’de yakınları Orhanları araştırmak için Kulp Jandarma Karakoluna gitmişler ancak, her hangi bir bilgi elde edememişlerdir. Bunun üzerine Kulp Başsavcısına ve Diyarbakır DGM’ye başvurmuşlardır. Başvurucu, olaydan bir ay sonra Orhanların Lice hapishanesinde tutuldukları ve kötü bir durumda oldukları hakkında bilgi almış ancak daha sonra onların akıbeti hakkında bir daha bilgi alamamıştır. En son güvenlik güçlerinin elinde görülmeleri ve yetkililerce olayın yeterli bir şekilde soruşturulmadığı gerekçesi ile Sözleşme’nin 2. Ve 5. Maddesinin ihlal edildiğine karar verilmiştir.

j)  Akdeniz – Türkiye Kararı[13]: 1993 yılı Ekim ayında kaybolan 11 kişinin yakınları olan 9 kişinin yaptığı başvuruda, olaylar, güvenlik güçlerinin Kulp- Muş ve Lice arasında yaptıkları bir operasyon sırasında meydana gelmiştir. Bu kişiler 9 ve 12 Ekim tarihleri arasında Kepir Köyü dışında açık alanda güvenlik güçlerinin gözetimi altında biri hariç diğerleri kelepçeli olarak 17, 18 veya 19 Ekim tarihlerine kadar gözaltında tutulmuşlardır. Bu dönemde bunlardan en azından bir kısmı eskortlu olarak helikoptere bindirilmiş ve o tarihten itibaren kaybolmuşlardır. Başvurucular, Ekim 1993 tarihinden itibaren bölgedeki çeşitli makamlara müracaat ederek kaybolanların akıbetini öğrenmeye çalışmışlardır. Kulp savcılığı bir soruşturma açmış, ancak terör suçu olduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı vererek dosyayı Diyarbakır DGM’ye göndermiştir. Diyarbakır DGM ise olayda terör bağlantısına ilişkin delil bulunmadığı gerekçesi ile görevsizlik kararı vererek dosyayı tekrar Kulp Savcılığına geri göndermiştir. Mahkeme, bu kişilerin ölmüş olduğundan hareketle 2. Maddenin, Kepir’de en az bir hafta süreyle güvenlik kuvvetlerince gözaltında tutulmalarına rağmen resmi makamların bu kişilerin akıbeti hakkında hiçbir inandırıcı açıklamada bulunmaması nedeniyle de 5. Maddenin ihlaline karar vermiştir.

k) İzzet Çakıcı – Türkiye Davası [14]: İzzet Çakıcı’nın, kardeşi Ahmet Çakıcı’nın ortadan kaybolması nedeniyle yaptığı bu başvuruda olaylar tartışmalıdır. Başvurucunun iddiasına göre, kardeşi Ahmet Çakıcı, 8 Kasım 1993 tarihinde jandarma ve korucular tarafından Çiftlibahçe Köyü’ne yapılan operasyon sırasında güvenlik güçlerince yakalanarak köyden götürülmüş ve bu olaya diğer köylüler de tanık olmuştur. Ahmet Çakıcı bir gece Hazro ilçesinde tutulduktan sonra, Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığınca gözaltına alınmıştır. Güvenlik güçlerince başka bir operasyonda gözaltına alınan Mustafa Engin, Abdurrahman Al ve Tahsin Demirbaş 16-17 gün boyunca Ahmet Çakıcı ile aynı odada kalmış, bu sırada Ahmet Çakıcı güvenlik güçlerince dövülmüş, kaburgası kırılmış ve kafatası yarılmıştır. 85 gün sonra ise aylarca gözaltında tutulduğu Hazro ilçesine geri gönderilmiş ve oradan da Kavaklıboğaz Jandarma Karakoluna getirilmiştir. Burada Hikmet Aksoy adında gözaltına alınmış bir kişi, 13 gün boyunca yemek için hücrelerinden çıkarıldıklarında Ahmet Çakıcı’yı görmüştür. Yetkililer, Ahmet Çakıcı’nın 17 ve 19 Şubat tarihlerindeki çatışmada öldüğünü Mayıs 1996’da başvurucuya bildirmiştir. Türk Hükümeti ise, Ahmet Çakıcı’nın gözaltına alınmadığını, gözaltı kayıtlarında ilgilinin adının yer almadığını, silahlı çatışmadan sonra ölü olarak bulunduğunu ileri sürmüştür. AİHM, olayda Ahmet Çakıcı’nın güvenlik güçleri tarafından yakalanarak gözaltına alındıktan sonra öldüğüne ilişkin yeterli delillerin varlığını kabul ederek, Sözleşme’nin 2. maddesindeki hayat hakkının ihlalline, Çakıcı’nın dövüldüğü, kaburga kemiğinin kırıldığı ve elektrik şokuna verildiğine ilişkin tanık ifadesini yeterli delil kabul ederek, Çakıcı hakkında 3. maddenin de ihlal edildiğine ve yine 5. maddenin de ihlal edildiğine karar verilmiştir.

l) Kıbrıs – Türkiye Davası [15]: AİHM, Kıbrıslı Rumlardan kayıp kişilerin, kayboldukları dönemde, Türk güvenlik güçleri tarafından gözaltında tutulduklarına ilişkin geçerli iddialar bulunmasına karşın, Türk makamları etkili bir soruşturma yürütmeyerek Sözleşme’nin kişi güvenliği ve özgürlüğünü düzenleyen 5. maddesini sürekli ihlal etmişlerdir. Mahkeme ayrıca, kayıp Rumların yaşamlarını tehdit eden koşullar altında kaybolmalarına rağmen, Türk makamlarının etkili bir soruşturma yürütmeyerek Sözleşme’nin 2. maddesinin; kaybolanların yakınlarının ciddi endişelerine rağmen, Türk makamlarının sessiz kalarak kaybolanların yakınları açısından insanlık dışı muameleye neden olduğunu belirterek 3. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

Nehyet Günay ve Diğerleri/Türkiye, Yurtseven/ Türkiye, Hanım Tosun /Türkiye, Ramazan(Nevzat) Yazıcı/ Türkiye, Özgen ve Diğerleri /Türkiye, Cesim Yıldırım ve diğerleri/ Türkiye, Tanış ve diğerleri/ Türkiye, Kismir /Türkiye, Zeki ve İlyas İdil/ Türkiye, Aydın Eren /Türkiye, Mordeniz/ Türkiye, Şeker /Türkiye, Osmanoğlu/ Türkiye, Ertak/ Türkiye kararları da AİHM’in ihlal kararı verdiği kararlardandır.

Gözaltında kaybolmaların son örnekleri Elazığ’da 21 Şubat 1993 günü İHD Elazığ Şube Başkanı avukat Metin Can ve İHD üyesi Doktor Hasan Kaya olmuştur. 21 Şubat’tan sonra kendilerinden bir süre haber alınamamış, ancak aileleri aranarak telefonda işkence sesleri dinletilmiştir. Her ikisinin de öldürüldüğü söylenmiştir. 23 Şubat 1993 günü Metin ve Hasan’ın ayakkabıları bir poşet içerisinde Metin’in bürosunun yakınına bırakılmıştır.[16] 26 Şubat 1993 günü işkenceye uğramış bedenleri Dinar Köprüsü (Tunceli) yakınında bulunmuştur.

4-Zorla Kaybedilmelerde Devletin Sorumluluğuna Dair Sayısal Veriler:

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, Nisan 2017 tarihi itibariyle kadar zorla kaybedilen 344 kişinin hukuki dosyalarına ulaştı. Bu veriler üzer­inden yaptığı incelemelerde 218 kişinin kaybed­ilmes­ine dai­r soruşturmaların sürüncemede bırakıldığını (%63), 24 k­işi­yle ­ilgi­li­ soruşturmanın zamanaşımı kararıyla sonlandırıldığını (%7) 18 kişiyle ilgi­l­i soruşturmada ise kovuşturmaya yer olmadığı kararı sonucu dava açılmadığını (%5), 84 k­işi­ni­n zorla kaybedi­lmes­iyle ­ilgi­li­ i­se dava açıldığını (%24) tespit etmiştir.

Aynı zamanda hukuki verisi incelenen 344 zorla kaybedilen kişiden 129 kişiye dair Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılmış olan 72 başvuru da incelenmiş, AİHM’in, 103 kişiye ilişkin olan 55 başvuruda Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğine karar verdiği görülmüştür.Genel toplamda 129 zorla kaybedilen kişiden 114’ünde, 72 başvurudan ise 61’inde Türkiye’nin sorumluluğu saptanmıştır.

AİHM önüne giden zorla kaybedilme vakalarının yüzde 75’inde zorla kaybedilen kişilerin yakınlarının yaşadıkları belirsizlik ve ıstıraptan ötürü işkence yasağının ihlal edildiğine karar vermiştir.[17]

5-Zorla Kaybedilmelere Dair TBMM Raporları ve İHD-TİHV verileri:

1993 yılında oluşturulan TBMM Komisyonu’nun hazırladığı raporda yer alan verilere göre 1980 ile 1990 yılları arasında toplam 18 faili meçhul cinayet gerçekleşirken 1991 yılında bu sayı birden 24’e çıkmakta, ardından çok daha hızlı bir artışla 1992 yılında 316’ya, 1993 yılında ise 314’e sıçramaktadır.13 Bu artışın ‘Kürt Sorunu’ ile doğrudan bağlantılı olduğu ise 1975 ile 1994 yılları arasında gerçekleşen toplam 908 faili meçhul siyasal cinayetin yaklaşık % 70’nin doğu ve güneydoğu illerinde (Diyarbakır’da 259, Mardin’de 155, Batman’da 125, Şırnak’da 34, Tunceli’de 15, Bitlis’de 13, Ş.Urfa’da 10 olmak üzere toplam 611 faili meçhul cinayet) gerçekleşmesinden açıkça anlaşılmaktadır.[18]

Meclis İnsan Haklarını İzleme Komisyonu bünyesinde kurulan alt komisyonun, “Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesine Yönelik Alt Komisyon Raporu” 2013 yılında, 24. Dönem 3. Yasama Yılında kabul edilerek yayınlandı. Bu raporun içeriğinde İHD bilançoları da belirtilerek, sonuç bölümünde “Yaşam hakkı konusunda insan hayatına son veren eylemlerin olmaması yanında, faili meçhuller, gözaltında veya başka şekillerde kayıpların da engellenmesi, bütün bunlara rağmen bu olaylar meydana gelmişse, hukuki ve idari kapasitenin bunları aydınlatacak derecede gelişmiş olması gerekmektedir.” tespiti yer almıştır.[19] Raporun 74. Sayfasında yer alan ve İHD ile TİHV verilerine göre oluşturulmuş tablo:

BM İnsan Hakları Konseyi’nin 11-29 Eylül 2017 arasında süren 33’üncü oturumunda Zorla veya Gönülsüz Kayıplar Çalışma Grubu’nun raporu kabul edildi. Rapora göre Türkiye’de henüz kapanmamış kayıp vakasını 94 olduğu, BM verilerine göre ise Türkiye ile ilgili toplam kayıp sayısının 222 olduğu yine basına yansıyan haberler arasında yer aldı.[20]

Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye’de gerçekleşen zorla kaybetme eylemlerinin gerçek sayısı konusunda veriler eksik, yetersiz ve çelişkilidir. Kayıp iddialarına ilişkin asli kaynakları insan hakları örgütlerinin hazırladığı raporlar oluşturmaktadır. Çünkü “kayıp” olaylarını izleyen ve kayıt altına alan bir devlet birimi yoktur. Yetki ve görev alanları bakımından konuyla ilgili olması gereken Adalet ve İçişleri Bakanlıklarından da “zorla kaybetme eylemleri” hakkında sağlıklı bir veri ve bilgi akışı sağlanamamaktadır. Bunun temel nedeni Devlet yetkililerinin zorla kaybetme eylemlerine yönelik yaklaşımının daha çok “yok sayma” ve “inkâr” biçiminde olmasıdır. Yetkililer, genellikle "kayıp" kişilerin örgüt içi infaza kurban gitmiş veya yurtdışına kaçmış olabileceğini ya da bir örgüte katıldıklarını yahut da bizzat örgüt tarafından kaçırıldıklarını ileri sürmektedirler. Oysa AİHM kararlarında da belirtildiği üzere devlet hem güvenlik birimlerine temas ettikten sonra zorla kaybedilenlerden hem de bu kayıpların etkin bir soruşturma yürütülerek akıbetlerinin araştırılmamasından sorumludur, yok saymak veya inkâr etmek kaçış değildir.[21]

  • 6-Suç Konusu Açıklamada Hasan Ocak ile İlgili Gerçeğe Aykırılıklar:

Hasan Ocak, 21 Mart 1995 tarihinde terörle mücadele ekiplerince gözaltına alındı. Ocak ailesi tüm resmi makamlara başvuru yaptı. Ancak tüm başvurular sonuçsuz kaldı. Oysa kendisini Şubede gördüğüne, gözaltı listesinde adına rastladığına dair tanıkları vardı. Tanıklardan Suna Göl, “Gazi katliamından sonra provokatör olduğum gerekçesiyle 25 Mart’ta gözaltına alındım. Aksaray Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüm. Yapılan işkencelerden dolayı tam olarak tarihini hatırlayamıyor olsam da tahminen 26-27 Mart’ta sorgudan indirildiğimde yanımda birinin olduğunu fark ettim. Gözbağımın altından kim olduğuna baktığımda işkenceden çıktığı her halinden belli olan birini gördüm. Hasan’ı daha önce tanımadığım için odadaki kişinin kim olduğunu anlayamadım. Gözaltından çıktıktan sonra İHD’ye gittim. İHD’de Hasan Ocak için kampanya yürütenler vardı ve orada Hasan’ın resimlerini gördüm. Resimlerde hemen onu tandımı ve onu gördüğümü, sağ olduğunu söyledim. Bayram Kartal ve Sedat Selim Ay gözaltında kaldığımız süre içerisinde bize işkence edenlerdendir. Onların işkenceleri sonucu Hasan Ocak katledildi.” şeklinde açıklamada bulundu. Yine de devletin tüm birimleri “Bizde yok.” Dedi. Ocak ailesi 58 gün sonra onu devletin adli tıp morgunda bir klasörde kayıtlı buldu.Ölüm nedeni tel veya iple boğulma olsa da, yüzü tanınmaması için parçalanmış ve vücudunun her yerinde işkence izleri fotoğraflanmıştı. 26 Mart 1995’te Beykoz’da ormanlık alanda bulunan Hasan’ın yoğun işkence görmüş bedeni Adli Tıp’ta 28 gün bekletilmiş ve oradan da Altınşehir kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. Hâlbuki adli tıpa hem başvurusu yapılmış, hem de fotoğrafı verilmişti. Hasan’ın parmağında, polislerce parmak izi alınırken kullanılan mürekkep vardı. Ayakkabısının bağcıkları, pantolonunun kemeri yoktu. Bunların hepsi gözaltına alınanlara uygulanan rutin işlemlerdi. Ocak ailesi, avukatları aracılığı ile olayı AİHM’e taşıdı. AİHM, 15 Temmuz 2004 tarihli kararında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin "yaşam hakkı"nı düzenleyen 2. maddesinin ihlal edildiğinden bahisle Türkiye’yi mahkûm etti.

  • 7-Türkiye İçişleri Bakanının İfadelerinden Sorumluluğu :

Görüldüğü üzere Cumartesi Anneleri’nin 700 haftadır izini sürdüğü kayıpları Eminönü’nde gezerken değil, bizzat güvenlik güçlerince gözaltı süreçlerinde veya sonrasında infaz edilerek öldürülmüşlerdir ya da bugüne dek hiçbir izlerine rastlanmadığı için öldürüldükleri muhtemeldir. İçişleri Bakanı, adeta alay edercesine gerçeği çarpıtmış, AİHM’in Türkiye’yi mahkûm ettiği kararlarda bahsettiği devletin sorumluluklarını unutmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı sıfatına haiz olan bir kişinin, toplumun hassasiyetlerini mutlak olarak gözetmesi ve toplumu kaosa sürükleyecek ifadelerden uzak durması gerekmektedir. Devlet görevlilerinin vatandaşlarını karşı karşıya getirecek söz ve davranışlardan kaçınması gerekir.

ŞÜPHELİNİN İŞLEDİĞİNİ TESPİT ETTİĞİMİZ SUÇLAR

1)  Halkı kin ve düşmanlığa tahrik (TCK 216) Yönünden; şüpheli sarf ettiği cümlelerle Cumartesi Anneleri’nin 700 haftadır devam eden oturma eylemini terör örgütlerine yardım ve destek için yapıldığını belirtmekle, halkın bir kesimine karşı “terörist” gibi göstermekle, kin ve düşmanlığa tahrik etmiştir. 25 Ağustos 2018 günü 700. Hafta oturma eyleminde Galatasaray Meydanı’nda yaşananlar tam da bu kışkırtmanın sonucudur. Cumartesi Anneleri, suçun maddi unsurlarından olan “tahrik sonucu halkın bir kesiminin tahrik konusu fiili işleyeceğine dair haklı bir endişe duymak” unsurunu yaşamaya başlamışlardır. Nitekim, 701. Hafta oturma eylemi, 1 Eylül 2018 günü Galatasaray Meydanı’nda değil İHD İstanbul Şube’nin önünde gerçekleştirilmiştir. Meydanda yapılacak oturma eyleminde güvenlikleri kalmamıştır.

2) Hakaret  (TCK 125/4) Yönünden; şüpheli “paçoz, istismarcı, iki yüzlü, terör örgütü payandası” sözleriyle 1995’ten bu yana kayıplarını arayan Cumartesi Anneleri’nin ve bu kampanyayı başlatan İHD İstanbul Şube Kayıp Komisyonu’nun şeref ve itibarını alenen zedelemeyi, değersizleştirmeyi, rencide etmeyi amaçlamıştır.

3) İftira (TCK 267) Yönünden, şüpheli “Dikkat edin, son günlerde renkli listelerde aradığımız teröristleri, bölge sorumlularını etkisiz hale getirdikçe bu tepkiyle karşılaşıyoruz.” sözleriyle 1995’ten bu yana 700 haftadır süren oturma eylemini örgüt faaliyeti gibi göstermeye çalışmış, müştekileri “terör örgütünün sözcülüğünü” ve propagandasını yapmakla suçlamıştır. 

4)Suç Uydurma (TCK 271) Yönünden; şüpheli İçişleri Bakanı sıfatını haiz olduğundan soruşturma yapılmasını sağlama yetkisine de sahiptir ve işlenmeyen bir suçun delil veya emarelerini bu şekilde kamuoyuna yansıtarak suç uydurmuş olmaktadır.

5)Kişinin hatırasına hakaret (TCK 130) Yönünden; şüpheli, Emine Ocak’ın oğlu Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995’te gözaltına alınması ve 58 gün sonra işkenceyle öldürülmüş bedeninin Kimsesizler Mezarlığında bulunmasıyla ilgili olarak, Hasan Ocak’ı TKP/ML üyesi olarak göstererek devletin kaybolmasındaki sorumluluğu gizlemek amacıyla, toplumdaki şeref ve saygınlığını azaltma kastıyla hareket etmiş ve gerçek dışı beyanda bulunmuştur. 

6) Görevi kötüye kullanma (TCK 257) Yönünden,  şüphelinin hem Cumartesi Annelerini ile hem de onlarla dayanışan ve kampanyayı başlatan İnsan Hakları Derneği’ni hedef haline getiren açıklamalarına bakıldığında, bu eylemin açıkça “Görevi Kötüye Kullanma” suçunu oluşturduğu görülecektir. Zira, şüpheli Süleyman Soylu’nun bulunmuş olduğu konum gereği sirayet edeceği kitle düşünülecek olduğunda, yetkinin ve gücün kötüye kullanıldığını söylemek kaçınılmazdır. 

SONUÇ ve İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle, 27 Ağustos 2018’de yaptığı açıklamada Cumartesi Anneleri / İnsanları ve kayıpları hakkında söylediği sözler nedeniyle yukarıda açıklanan ve resen Savcılığınızca tespit edilecek suçları işleyen şüpheli İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında kamu davası açılmasını talep ederiz. 

MÜŞTEKİLER

Gülseren  YOLERİ 

( İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi adına )

Emine OCAK  

Hanım TOSUN

Hanife YILDIZ

İkbal YARICI (EREN) 

Maside OCAK      

Hasan KARAKOÇ                       

Mikail KIRBAYIR

Hüseyin OCAK

Ali OCAK

[1]http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1065541/Saldiri_emri_veren_Soylu_dan_Cumartesi_Anneleri_aciklamasi.html

[2] https://www.evrensel.net/haber/359968/cumartesi-annelerinin-eylemi-gozaltinda-kayiplari-durdurdu

[3] http://www.inhak.adalet.gov.tr/ara/karar/kurt.pdf

[4]

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız