Küresel olarak üretilen sermayenin çok küçük bir azınlığın elinde birikmesinin sonucunda küçük azınlık çok çok güçlenirken....
Günümüzde küresel olarak üretilen sermayenin çok küçük bir azınlığın elinde birikmesinin sonucunda küçük azınlık çok çok güçlenirken, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayan geniş yığınlar da hızla büyümeye başlamıştır.
Sermayenin doğası gereği kendisini arttırma ihtiyacı ya da kar etme güdüsü, sermayeyi özellikle insan dahil bütün canlılara ait olan doğal kaynaklara (su, petrol, diğer hammaddeler) ve yaşam alanlarına el koymaya yöneltmiştir. Herkese ait olan aslında kimseye ait olmaması durumu, el koyma işleminde sermayenin elini kolaylaştırmış olsa da gene de topraksız, mülkiyetsiz kalarak yoksullaşan insanların, isyanlarının önüne geçememiştir.
Ama insanların sınıfsal taleplerinin önüne geçmek ve işçi sınıfında oluşan isyan potansiyelini, sermaye kendi lehine çevirme konusunda hiç boş durmadığını, dünya ölçeğinde yapılan savaşlardan anlaşılıyor. Dikkat ederseniz birileri ya etnik ya da din kökenli devlet kurmak için sürekli savaş halinde… Sistem dışına itilmiş reel üretimin içerisinde sürekli olmadığı için kendisini işçi sınıfının bir parçası olarak da göremeyen yığınların daha iyi bir yaşam özlemlerini fırsata çeviren sermaye, “devleti” havuç olarak kullanarak hem esas düşmanını kendi kontrolü altına alır hem de kendisine yeni çıkar alanları yaratır.
İster ulus-devlet olsun, ister din-devlet olsun bunların hepsi sermaye sınıfına hizmet eden ve sermayenin işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürüsünü kolaylaştıran araçtan başka bir şey olmamasına rağmen maalesef işçi sınıfının, yani mülksüzlerin, yani topraksızların, yani emeğinden ve bedeninden başka bir şeye sahip olmayanların bu savaşlara, “hak savaşıymış” gibi sürüklendiğini görüyoruz.
Şiddet ortamlarında, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin hak neyin ayrıcalık olduğu, mücadeleyse niçin mücadele edileceği veya verilen mücadelelerin aslında neye hizmet ettiğinin ayırdına varmak gerçekten çok zor. Zaten şiddet ortamları da insanları kavram kargaşasına sürüklemek için oluşturulur ve çok da iyi işler. Kavram kargaşası aşılamayıp, bir şeylerin ayırdına varılamadığında olan işçi sınıfına olur. İşçi sınıfının evlatları birbirini öldürürken, sermaye sahipleri de cebini doldurdukça doldurur.
Şimdi, bir kavram kargaşasından kurtulalım derken yeni bir kavram kargaşasına düşmeden bu durumun içerisinden nasıl çıkacağız gibi bir sorunla karşı karşıyayız…
Yıllar önce Karl Marx: “İşçilerin vatanı yoktur!” demiş idi. Öncelikli olarak, devlet kurma mücadelesinin asla işçi sınıfının mücadelesi olamayacağını, işçi sınıfının çıkarlarıyla çeliştiği gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu sadece sermayenin kendi sömürüsünden dolayı hoşnutsuz olan işçi sınıfının var olan devrimci potansiyelinin kendisine zarar vermeyecek şekilde başka alanlara yönlendirilmesinden başka bir şey değildir.
Kapitalist sistemde temel çelişkinin emek ve sermaye arasında olduğu gerçeğinden de hareket edecek olursak, sınıf mücadelesi yani sınıf savaşımları dışında olan bütün savaşları sermayenin kirli savaşları olarak tanımlamak herhalde yanlış olmaz.
Toplumsal olayların çözümlenmesinde kullanılan Marksist yöntemin en temel argümanı olan “ekonomik alt yapı, üst yapıyı belirler” ilkesini de dikkate almak gerekir. Yani bütün siyasi, bilimsel, sanatsal vb. etkinlikleri, düşünceleri anlamanın en iyi yolu bu düşüncelerin hangi maddi koşullarda geliştiğine, ya da bu düşünceleri geliştirenlerin maddi olarak nerelerden beslendiklerine bakmak yeterlidir.
Bir de bu kirli savaşların sürdürebilme koşullarının kalmadığı, yani işçi sınıfının evlatlarını şehitlik gibi ulvi gerekçelerle kendi kirli savaşlarına ikna edemediklerinde ya da ölü bedenlerin daha çok kar getireceği başka fırsatlar çıktığı durumlar oluşur ki bu durumu da fırsata çevirmek konusunda sermaye hiç zorlanmaz. Şiddetle terbiye edilmiş, ölümle korkutulmuş, sindirilmiş insanların en insani özlemleri olan huzur ve güven içerisinde yaşama özlemi kullanılır.
Özellikle bu gibi durumlarda kullanılan mesnetsiz “barış” söylemleri çok dikkat çekicidir. Bir yandan kitlelerde oluşacak olan tepkiler, kendilerine zarar vermeyecek şekilde kontrol altına alırken diğer yandan bedelinin ne olacağının sorgulanmadan, kendilerinin hazırlayacağı barış koşullarına yani sömürülerini rahatlıkla sürdürebilecekleri yeni ortama insanlar hazırlanır.
Bunun yanında, kitlelerin olası sorgulama eğilimlerinin de önüne geçmek için de aslında işleri sorgulamak olması gereken “aydınlar”, “bilim insanları”, “akil insanlar” devreye sokulup, “ölümler dursun”, “analar ağlamasın”, “ne olursa olsun barış olsun” gibi duygusal söylemlerle şiddetten bunalmış kitleleri sorgusuz sualsiz “barış” a ikna etme çabaları içerine girilir.
Kısaca ölümü gösterip, sıtmaya razı etme çabaları…
Bu durumların sadece bize özgü olmadığını, kapitalist sistemin işlediği her zaman diliminde ve her coğrafyada aynı yöntemin izlendiğini tarih bizlere gösteriyor.
Örneğin II. Dünya savaşını Avrupa yaşamış olan ve Kuantum Mekaniğinin kurucularından Alman fizikçi Werner Heinsenberg, “Fizik ve Felsefe” kitabında, bilim insanlarının sık sık dünya barışı için hazırlanan şatafatlı bildirilere katılmaya çağrıldıklarını ama kendisinin kişisel olarak bu bildirilerin anlamını kavrayamadığını belirtir ve şöyle der: “Bu tarz bildirileri ilkin bir iyi niyet gösterisi olarak karşılamak mümkün, ama barış içinde yaşamanın hangi koşullara dayandığını açıkça belirtmeksizin barıştan söz eden herkesin söyledikleri, kuşkuyla karşılanmaya mahkûmdur; çünkü açıktır ki o yalnız kendisinin ya da kendi politik gurubunun en iyi sömüreceği bir barışı kast etmektedir. Bundan dolayı, bu gibi bildirilere katılmak tamamıyla anlamsızdır. Barışçı amaçlar taşıyan dürüst bir bildiri her şeyden önce barışın korunması uğrunda yapabileceğimiz fedakârlıkların bir dökümünü vermelidir.”
Böylesine şiddet ortamlarında, şiddetten kurtulma istemlerimiz son derece insani ve bu durumun bizleri sürekli barış söylemlerini dilendirmeye ittiği de bir gerçek. Ama mesnetsiz barış söylemlerinin, savaş söylemleri kadar tehlikeli olabileceğini de dikkate almamız gerekiyor. Çünkü sermayenin açık ya da gizli desteğiyle yürütülen bu kirli savaşların, barışı da kirli olur.
Kapitalizmin bu dünyada işçi sınıfına vereceği bir şey yok. Bundan dolayı da işçi sınıfı nasılsa bedava olan hep öteki dünya nimetleri için yaşamalıdır ya da çalışmalıdır. Şehitlik kutsanarak da kendi “kirli” savaşlarının ödülü gene öteki dünya ile verilir. Sistemin buradaki “başarısı” bütün bu işleri işçi sınıfına zorla değil, gönüllü olarak “barış” içerisinde yaptırmasıdır.
Ama her şey karşıtıyla birlikte gelişir. İşçi sınıfı da sınıf olarak kendi bilincine vardığında ki bu örgütlü mücadelesiyle mümkündür, o zaman bir şeylerin farkında olduğunun ve barış safsatalarına en güzel yanıtı, “iş, ekmek, aş yoksa barış da yok!” söylemiyle verdiğini görüyoruz. Gerçekten de işçi sınıfımız durumu çok güzel özetlemiş; Savaş ise niçin savaşılacağı, barış ise de nasıl olması gerektiğinin en güzel ve en sade hali…
Yolumuz, işçi sınıfının yolu olsun…