12 Eylül sürecini, tanıklıkları kaleme almak, tanık olunanların bizimle beraber göçüp gitmemesi için çok gerekli diye düşünüyorum. Ve yazmaya devam ediyorum...
Kerim Eren
12 Eylülde yaşayanlar bilir, hak hukuk cuntacı genarellerin iki dudağı arasındaydı ve dedikleri kanundu. İlk işlerinden biri gözaltı süresini doksan güne çıkarmak olmuştu ve bir o kadar da gözetim altında tutulabilir yara ve izlerin iyileşmesini bekleyerek as.savcıya çıkarılırdınız.
As.Savcıya çıkmayı sıradan birşey gibi düşünmeyin sakın. İşkence gördüm, hastaneye gitmek istiyorum vb. istekler ise kaale bile alınmıyordu. O dönem şubede işkence zoruyla suç üslendiyseniz aldıkları ifadeyi reddetmek bile cesaret işiydi, askeri savcı anında onbaşıyı çağırıyor, ilgilen oğlum diyordu. Yan odada falaka seni bekliyor olurdu, "inkar mı ediyon lan" falakası uzun saatler sürebiliyordu. Partizan davasından arkadaşlar iyi tanırlar, meşhur as.savcı Davarcıoğlu vardı. Şöhretinin kaynağı, kimseyi boş geçirmemesi, hatta zaman zaman falakayı kendisinin atmasından geliyordu.
Yüzbinlerce insanın gözaltına alındığı söyleniyor ya nasıl alındıkları es geçiliyor. Onca insanın büyük kısmı ihbarlarla, baskınlarda ve bölgesel operasyonlarda alınmışlardı. Küçük yerlerde zaten herkes herkesi bildiği için muhalifleri toplamak onlar açısından kolay bir işti. İstanbul, Ankara gibi mega kentlerde yapılan genellikle, kahveleri basıp yaşı orta ve altında olan herkesi toplamaktı. Benzer işlemi insanların topluca durdukları ortamlarda örneğin otobüs duraklarında yapıyorlar, gözlerine batan herkesi minibüslere doldurup götürüyorlardı. Amaç gözdağı ve zulüm olduğu için alınan hemen herkes karakollara atanmış başçavuşlardan uzatmalılardan tekme tokat yiyor, zaten korku içindeki insanlar daha da korkutuluyordu.
12 Eylülün ilk aylarında bir iş kazası geçirmiş uzun aylar boyunca yatmak zorunda kalmıştım. Yurt dışı önerileri yapıma uygun değildi zaten. Doğal olarak süreci televizyondan izlemek zorunda kalmak çok ağır geliyor elimin ve gözümün açık yaralı olmasına rağmen bir an önce dışarı çıkmak yaşamın içinde olmak istiyordum. Zaten gelinen durumda bağlasalar yerinde duramaz hale gelmiştim.
Gözümü gözlükle kısmen kamufle ediyordum, kışın gelmesinden istifade ederek, eksik parmakları pamukla, iki üç kat sargıyla korumaya çalışarak eldiven içinde saklamaya çalışıyordum. Pek çok kez arama noktalarından, kontrollerden temiz çıkabilmiştim ve bunun verdiği özgüvenle İstanbul'da eski günlerdeki gibi koşturmaya, eksikleri tamamlamaya, açıkları kapatmaya çalışıyordum.
Bir akşam durakta otobüs beklerken ekip yanaştı etrafı sardı ve serpme adını verdikleri toplama operasyonu yaptılar. Beni ve bir kaç genç insanı araca doldurup karakola götürdüler. Kimliğimi kontrol ettiler sorular sordular falso yoktu. Cam bölmenin öbür tarafından gelen sesler çok ilginçti. Alınanlardan birisi Dev-Gençli ve adı listelerinde varmış. Şu an gibi net hatırlıyorum iki tokat sesi geldi, şak, şak... Sonrası daha ilginçti, adam beni uzaktan tanıyormuş meğerse. İkinci şak sesinden sonra anlatmaya başladı, beni kastederek, "Dev-Genç'in ileri gelenlerindendir, sorumlulardandır, yurtlarda bize seminerler verirdi". O ana kadar rahat rahat oturuyor, akşam eve giderken yemeklik ne alacağımı düşünüyordum. Birden önde başçavuş arkada diğerleri benim tarafa geçip öfkeyle tekme tokat giriştiler. Önemsiz vaka gördüklerinden üzerimi bile aramamışlardı, hemen aramaya koyuldular temizdim ama eldivenleri çıkarıp parçalanmış bir el görünce sen illegal örgüt lideriymişsin diye uzun saatler sürecek bir dayak faslı başladı. Sonrasında (yaklaşık bir ay sonra tuvalette sıkıştırma fırsatı bulacağım) iki tokatlık vatandaşla beraber Gayrettepeye götürüldüm, gözlerim bağlandı. Hemen lastiğe oturtup falakaya başladılar, önceden işkencede nasıl davranacağıma karar vermiş olmanın rahatlığıyla, onca sopaya rağmen gık demeyince bu defa onlar 'hem siyasetle ilgi yok diyorsun hem direniyorsun, devrimci gurur yapıyorsun' diyerek sopanın şiddetini arttırdılar. Ara verdiklerinde göz bağını aralayıp gösterdikleri iki tokatlık vatandaş karşımda konuşuyordu, 'tam konumunu bilmem ama kod adı Mehmet'tir'... O saatten sonra aylar sürecek muhabbet başladı, "Sen Mehmet'sin" "Ben değilim, 78 yılında köye gittim geldiğim gün yakalandım!"... Başta bu kadar üzerime düşmelerini anlayamamıştım, sonra öğrendim, meğer Mehmet kod adını kullanan biri Türkiye'yi sarsan bir olaydan aranıyormuş. İki tokatlık adama daha bir kızdım "atıyorsun başka isim atsaydın ya bu kadar işkence görmezdim en azından!"...
Gayrettepeyi ziyaret edenler iyi bilir, durumunun vahametine göre sürece bekleme odası dedikleri büyük bir salonun kalörifer borularına kelepçelenir, istedikleri zaman işkenceye kolayca alabilmeleri için el altında tutulurdun. Örneğin, benim bekleme odasındaki kalörifer muhabbetim onbeş gün sürmüştü, hiç aşağıya indirilmeyenlerde vardı, bir gün sonra indirilenler de. Hiç aşağıya indirilmeden yukarıda kelepçeli bekletilenlerin büyük kısmı infaz edildi.
Kalörifer borusuna kelepçeli geçirilen günler çok ilginçtir, ilginçliği gelen herkesi ve tavırlarını görebilmenden kaynaklanır. Operasyonların yoğunluğuna göre günde 3-4 kez -onların deyimiyle- muameleye alırlar, sonra külçe gibi atıp boruya kelepçelerlerdi.
Yarın bu günleri yazacağım...