Güncel

Kuşaktan kuşağa sessiz, gösterişsiz onur abidesi: Tayfur Cinemre

68 kuşağının ODTÜ’lü devrimcilerinden, THKO'nun kurucularından Tayfur Cinemre, tedavi gördüğü hastanede 70 yaşında hayatını kaybetti.

27 Mayıs 2019 Saat: 23:11
Kuşaktan kuşağa sessiz, gösterişsiz onur abidesi: Tayfur Cinemre
Kuşaktan kuşağa sessiz, gösterişsiz onur abidesi: Tayfur Cinemre

İSTANBUL-68 kuşağının devrimci gençlik liderleriyle omuz omuza mücadele veren Tayfur Cinemre, 70 yaşında hayatını kaybetti. Cinemre, Mahirlerin cezaevinden kaçışı, Sansaryan Han'daki işkence fotoğrafı ve motosikletiyle Ulaş Bardakçı, Yusuf Arslan, Cihan Alptekin gibi bir çok devrimciyi taşımasıyla hatırlanıyor.

Tayfun Cinemre Cihan Alptekin ile yakalanışını şöyle anlatıyor:

Tekirdağ'da tüm şehrin ve koca bir jandarma alayının saatlerce sürdürdüğü bir sürek avı sonunda yakalandığımızda bekçisinden askerine, trafik polisinden jandarmasına şehirdeki tüm kolluk kuvvetlerinin elinde linç edilmekten kıl payı kurtulmuştuk.  

Vahşi hayvan avcıları misali etrafımızda fotoğraf çektirenler arasındaki bir generalin müstehzi bir edayla, "Halk için savaştığınızı söylüyorsunuz; dışarıda sizi yuhalayan şu halka bakın" demesi üzerine, kanlar içinde yerde yatan Cihan'ın, "Şu sabahtan beri yayın yapan belediye hoparlörlerini yarım saatliğine bize verin de görün o zaman o halkın kimi yuhalayacağını" demesiyle birlikte küplere binen paşanın, elindeki general asası ile üzerimize yürüyüp vurmaya başlamasını hiç unutmuyorum. 

O geceki linçten sonra, sabaha karşı İstanbul Sirkeci'deki Sansaryan Hanı'na götürülüyoruz. Burası adını Ermeni bir tüccardan alan, kasvetli bir ondokuzuncu yüzyıl işhanı. Cumhuriyet döneminde Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılmaya başlanmış.  

Bugüne kadar yapılan bütün siyasi tevkifatların yolu buradan geçmiş. Kimler geçmemiş ki Sansaryan Hanı’nın hücrelerinden? Nazım Hikmet'ten Ruhi Su'ya, Şefik Hüsnü'den Mihri Belli'ye, binlerce sosyalist Sansaryan Hanı'nın işkencehanelerinden geçmişler. 

Bizleri doğruca çatı katındaki "Telefonlu Hücre"lere götürdüler. Burası namını, hücrelerin arasındaki holde bulunan ve artık çalışmayan antika bir telefondan almış. Ancak bu hücreler daha önce tutuklanmış devrimcilerle doldurulmuş olduğundan hiç yer kalmamıştı burada.  

Bunun üzerine bizi hücrelerin hemen yakınındaki tabutluklardan birine koydular. Hani şu '51 tevkifatının meşhur tabutluklarından’ birine. Burası ismiyle münasip tam bir tabut. Yaklaşık olarak eni 80, boyu 150, yüksekliği ise 150 cm. Bir kişinin bile içinde ne yatması ne de ayakta durabilmesi mümkün değil.

İşte bu tabuta Cihan'la ikimiz üstelik de bileklerimizden birbirimize kelepçeli olarak tıkıldık. Bu durumda yatmak veya ayakta durmak bir yana, ayaklarımızı uzatarak oturmamız bile mümkün değil. Üstelik içerisi havasız mı havasız. Öyle ki boğulup kalacağız neredeyse.  

Nöbetçi polislere kapıyı açmaları için bağırıyoruz; ama umurlarında bile değil. Biz de bunun üzerine elimizdeki kelepçeyi kontraplaktan yapılmış kapıya vurmaya başlıyoruz. Bir müddet sonra ince kontraplak üzerinde bir delik açılıyor. 

Polisler ne yapacaklarını  şaşırıyorlar. Kendileri yalnızca bizim gardiyanımız, bu yüzden inisiyatif kullanamıyorlar. Ve Sansaryan'daki ilk gecemizi böyle geçiriyoruz.

Ertesi gün tabutluğumuzu biraz daha inceleme fırsatı buluyoruz. Yıllardır boyanmamış kirli duvarlar yılların aynası sanki. Kim bilsin kimlerin acılarına, işkencelerine tanık olmuşlar. Her yanda tırnakla, kalemle, kanla artık ele ne geçtiyse onunla çiziktirilmiş yazılar var.

Başımızı yukarı kaldırdığımızda tavana kurşunkalemle yazılmış, solmuş, belli belirsiz bir yazı görüyoruz: "Şerefinle girdin, şerefinle çık...İhtilalci namusuna halel getirme..." 

Bu yazıyı kim bilir hangi devrimci, hangi ihtilalci yazmış buraya. '46 ve '51 tevkifatlarında buraların dolup taştığını okumuştuk. Onlardan kalan bir anı olmalıydı bu, tabutluğa atılanları ilk karşılayan. Belli ki bugüne kadar hiçbir polis görmemişti bunu.  

Tavanla duvarın birleştiği köşeye sıkışmış bu yazıyı, tabutluğun solgun ışığında görebilmek pek de kolay değildi aslında. Okunduğunda sağlam bir yumruk gibi insanı silkeleyen bir etkisi vardı bu iki satır yazının. Ve o günden sonra Sansaryan Hanında geçireceğimiz 43 günün bir özetiydi sanki.

Tabutluğumuzun kapısı gürültüyle açıldığında karşımızda tepeden tırnağa silahlı, çelik yelek kuşanmş bir özel kuvvet polis timiyle birlikte Siyasi Şube müdürü Ilgız Aykutlu'yu gördük. 

Bu benim Aykutlu'yu ilk görüşümdü, oysa Cihan daha önceki anti-emperyalist kitle hareketlerinden alındığı gözaltılardan çok iyi tanıyordu bu inanmış faşist polis şefini.

Özel timdeki polislerden biri üzerimize eğilerek elini yüzümüze sürdü. İlk önce ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık. Ancak sırıtkan bir ifadeyle konuşmaya başlayınca işin gerçeğini anladık:

"Bakın" diyordu polis şefi, "iyi bakın; bu elimdeki kan arkadaşınızın kanı, Mahir'in kanı" 

O zaman adamın eline dikkatlice baktığımızda, elinin dirseğine kadar kana bulanmış olduğunu fark ettik.

Hüseyin Cevahir'in öldürülmesi ve Mahir Çayan'ın yaralı olarak yakalanmasının üzerinden neredeyse bir gün geçmiş ama bu adam, elinin kanını yıkamak şöyle dursun, onu bir hatıra gibi saklıyordu.

Bu bize nasıl bir yerde olduğumuzu, karşımızdakilerin nasıl hastalıklı birer beyne sahip olduklarını gösteriyordu. Daha sonra öğrendik ki, o ilk gün polisler hala, Maltepe'de öldürdükleri kişinin Mahir Çayan olduğunu zannediyorlarmış.         

Çoktan kurumuş olan kanlı elini öyle bir gururla taşıyordu ki, onu herkese övünerek gösteriyordu bu hastalıklı beynin sahibi. Ilgız Aykutlu da bu gösteriyi kendince çok "yaratıcı" bulmuş olmalı ki, adamı ve ekibini aldığı gibi bizim tabutluğa getirmişti.        

Amacı "eski dostu" Cihan'a güç gösterisi yapmak ve morallerimizi sıfırlamaktı aklınca.  Aykutlu, "Görüyorsunuz işte, artık hepiniz yenildiniz; sizin gibi anarşistlerin sonu budur işte" gibilerinden bir söz etti.

O zamana kadar seİiz duran Cihan, başını kaldırarak ve gözlerini Aykutlu'nun gözlerinin içine dikerek şu sözleri söyledi:

 "Evet bu kez yenildik, ama temelli değil! Demir ökçeniz şimdi eziyor bizi. Fakat davamız daha da güçlenmiş olarak yeniden ayağa kalkacaktır."

Böyle bir karşılığı  hiç beklemeyen Aykutlu önce şaşırmış sonra da hırsla tekme tokat girişmişti bize, "Bu gece sorguda görüşürüz seninle, bakalım o zaman da bu kadar kahraman olabilecek misin orada" diye tehditler savurarak.

Sorgularımız işkencede uzmanlaşmamış olan 2. Şubede yapılıyordu. Ne de olsa her türlü asayiş  vukuatında falakaya, daha da yetmedi mi elektriğe başvurmaya alışmışlardı.            

Bizden birkaç hafta önce Sarp Kuray geçmişti tezgahlarından. Onun işkencede çekilmiş fotoğraflarını gösteriyorlardı bize. 

Telefonlu hücre sakinlerinden en ağır işkenceyi görenlerlerden biri de Cihan'dı. İnatla eylem arkadaşlarından o güne kadar deşifre olmamış olanların ismini vermemekte direniyordu.

Ayak tabanlarında deri namına birşey kalmamıştı. Kangrene doğru giden bu durumda işkenceyi sürdürebilmek için işkencecilerin önlem alması gerekiyordu.

Birgün baktık ki bir doktor yanında bir hemşireyle çıkageldi. Yaralarımızın pansumanını yapacaklardı. 

Hücre komşumuz, İlkay Demir tıp öğrencisiydi. Doktora sordu : "Hipokrat yeminini bunun için mi ettin sen?" 

Böyle bir soruyu hiç  beklemeyen doktor şaşırdı : "Ben görevimi yapıyorum, yaralarınızı tedavi etmeye geldim" 

İlkay bu sefer daha sert çıktı:  "Tabii ya, tedavi etmeye... İşkenceye devam edilebilmesi için. Yaptığınız bizleri işkenceye hazırlamaktan başka bir şey değil. Bırakın yaralarımız kurtlansın." 

Ertesi günden itibaren bu doktoru bir daha görmedik ama hemşire her gün gelmeye devam etti. Bir sabah bir de akşam üzeri geliyor, son derece doğal bir iş yaparmış gibi falakadan kabarmış tabanların derilerini elindeki makasla kesiyor, içindeki kanı boşaltıyor, çıplak etin üzerine merhem sürüp penisilin tozu serpiyor, sargı beziyle sarıyordu.

Ancak yapılan pansuman ertesi gün 2. Şubenin işkence odalarında paramparça oluyor, aynı senaryo ertesi gün yeniden tekrarlanıyordu.

Yiyeceklerimizi paramızla dışarıdan getirtiyoruz. Yiyecekler sıradan bir bakkaldan alındığı için, birkaç gün öncesinin gazete kağıtlarına sarılmış oluyordu. Birgün gelen yiyeceklerin sarılı olduğu gazete parçası üzerinde yüreğimizi kavuran bir fotoğraf gördük.

Sinan, Alpaslan ve Kadir, kurşunlarla delik deşik olmuş gövdeleriyle öylece yatıyorlardı toprağın üzerinde kolları açık, kocaman yürekleriyle tüm dünyayı kucaklayacaklarmış gibi.

Bu kara haber işte böylece düşmüştü yüreklerimize. Yüreğimizin yangısı işkencelerimizi bile unutturmuştu bize. Daha birkaç ay önce ona son defa sarılıp veda etmeden önce, o dağ gibi Sinan'ın gür erkek sesiyle okuduğu Ahmet Arif'in şiiri kulaklarımda çınlıyordu. 

"Vurulmuşum dağların kuytuluk bir boğazında...

Vakitlerden bir sabah namazında...

Yatarım kanlı, upuzun...

Vurulmuşum, düşüm gecelerden kara...

Bir hayra yoranım  çıkmaz,

Sığdıramam kitaplara...

Şifre buyurmuş bir paşa,

Vurulmuşum hiç  sorgusuz, yargısız...

...... 

Kirvem hallarımı  aynı böyle yaz...

Rivayet sanılır belki...

Gül memeler değil,

Domdom kurşunudur paramparça ağzımdaki....." 

Kaynak: İstanbul – BİA Haber Merkezi 03 Nisan 2010


HAYATI VE ANILARI

Tayfur Cinemre 26 Kasım 1949’da doğdu. 1968 yılında Ankara Fen Lisesi’nden mezun olduktan sona ODTÜ Makine Mühendisliği bölümüne girdi. Aynı yıllarda ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesi oldu. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan gibi dönemin önde gelen devrimcileriyle birlikte hareket etti.

Tayfur Cinemre 31 Mayıs 1971’de Cihan Alptekin’le birlikte Tekirdağ'da yakalandı.

O anları ve sonrasını da Tayfur Cinemre’den dinleyelim:

Tekirdağ'da tüm şehrin ve koca bir jandarma alayının saatlerce sürdürdüğü bir sürek avı sonunda yakalandığımızda bekçisinden askerine, trafik polisinden jandarmasına şehirdeki tüm kolluk kuvvetlerinin elinde linç edilmekten kıl payı kurtulmuştuk.  

Vahşi hayvan avcıları misali etrafımızda fotoğraf çektirenler arasındaki bir generalin müstehzi bir edayla, "Halk için savaştığınızı söylüyorsunuz; dışarıda sizi yuhalayan şu halka bakın" demesi üzerine, kanlar içinde yerde yatan Cihan'ın, "Şu sabahtan beri yayın yapan belediye hoparlörlerini yarım saatliğine bize verin de görün o zaman o halkın kimi yuhalayacağını" demesiyle birlikte küplere binen paşanın, elindeki general asası ile üzerimize yürüyüp vurmaya başlamasını hiç unutmuyorum. 

O geceki linçten sonra, sabaha karşı İstanbul Sirkeci'deki Sansaryan Hanı'na götürülüyoruz. Burası adını Ermeni bir tüccardan alan, kasvetli bir ondokuzuncu yüzyıl işhanı. Cumhuriyet döneminde Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılmaya başlanmış.  

Bugüne kadar yapılan bütün siyasi tevkifatların yolu buradan geçmiş. Kimler geçmemiş ki Sansaryan Hanı’nın hücrelerinden? Nazım Hikmet'ten Ruhi Su'ya, Şefik Hüsnü'den Mihri Belli'ye, binlerce sosyalist Sansaryan Hanı'nın işkencehanelerinden geçmişler. 

Bizleri doğruca çatı katındaki "Telefonlu Hücre"lere götürdüler. Burası namını, hücrelerin arasındaki holde bulunan ve artık çalışmayan antika bir telefondan almış. Ancak bu hücreler daha önce tutuklanmış devrimcilerle doldurulmuş olduğundan hiç yer kalmamıştı burada.  

Bunun üzerine bizi hücrelerin hemen yakınındaki tabutluklardan birine koydular. Hani şu '51 tevkifatının meşhur tabutluklarından’ birine. Burası ismiyle münasip tam bir tabut. Yaklaşık olarak eni 80, boyu 150, yüksekliği ise 150 cm. Bir kişinin bile içinde ne yatması ne de ayakta durabilmesi mümkün değil.

İşte bu tabuta Cihan'la ikimiz üstelik de bileklerimizden birbirimize kelepçeli olarak tıkıldık. Bu durumda yatmak veya ayakta durmak bir yana, ayaklarımızı uzatarak oturmamız bile mümkün değil. Üstelik içerisi havasız mı havasız. Öyle ki boğulup kalacağız neredeyse.  

Nöbetçi polislere kapıyı açmaları için bağırıyoruz; ama umurlarında bile değil. Biz de bunun üzerine elimizdeki kelepçeyi kontraplaktan yapılmış kapıya vurmaya başlıyoruz. Bir müddet sonra ince kontraplak üzerinde bir delik açılıyor. 

Polisler ne yapacaklarını  şaşırıyorlar. Kendileri yalnızca bizim gardiyanımız, bu yüzden inisiyatif kullanamıyorlar. Ve Sansaryan'daki ilk gecemizi böyle geçiriyoruz.

 Ertesi gün tabutluğumuzu biraz daha inceleme fırsatı buluyoruz. Yıllardır boyanmamış kirli duvarlar yılların aynası sanki. Kim bilsin kimlerin acılarına, işkencelerine tanık olmuşlar. Her yanda tırnakla, kalemle, kanla artık ele ne geçtiyse onunla çiziktirilmiş yazılar var.

Başımızı yukarı kaldırdığımızda tavana kurşunkalemle yazılmış, solmuş, belli belirsiz bir yazı görüyoruz: "Şerefinle girdin, şerefinle çık...İhtilalci namusuna halel getirme..." 

Bu yazıyı kim bilir hangi devrimci, hangi ihtilalci yazmış buraya. '46 ve '51 tevkifatlarında buraların dolup taştığını okumuştuk. Onlardan kalan bir anı olmalıydı bu, tabutluğa atılanları ilk karşılayan. Belli ki bugüne kadar hiçbir polis görmemişti bunu.  

 Tavanla duvarın birleştiği köşeye sıkışmış bu yazıyı, tabutluğun solgun ışığında görebilmek pek de kolay değildi aslında. Okunduğunda sağlam bir yumruk gibi insanı silkeleyen bir etkisi vardı bu iki satır yazının. Ve o günden sonra Sansaryan Hanında geçireceğimiz 43 günün bir özetiydi sanki.

Tabutluğumuzun kapısı gürültüyle açıldığında karşımızda tepeden tırnağa silahlı, çelik yelek kuşanmş bir özel kuvvet polis timiyle birlikte Siyasi Şube müdürü Ilgız Aykutlu'yu gördük. 

Bu benim Aykutlu'yu ilk görüşümdü, oysa Cihan daha önceki anti-emperyalist kitle hareketlerinden alındığı gözaltılardan çok iyi tanıyordu bu inanmış faşist polis şefini.

Özel timdeki polislerden biri üzerimize eğilerek elini yüzümüze sürdü. İlk önce ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık. Ancak sırıtkan bir ifadeyle konuşmaya başlayınca işin gerçeğini anladık:

"Bakın" diyordu polis şefi, "iyi bakın; bu elimdeki kan arkadaşınızın kanı, Mahir'in kanı" 

O zaman adamın eline dikkatlice baktığımızda, elinin dirseğine kadar kana bulanmış olduğunu fark ettik.

Hüseyin Cevahir'in öldürülmesi ve Mahir Çayan'ın yaralı olarak yakalanmasının üzerinden neredeyse bir gün geçmiş ama bu adam, elinin kanını yıkamak şöyle dursun, onu bir hatıra gibi saklıyordu.

Bu bize nasıl bir yerde olduğumuzu, karşımızdakilerin nasıl hastalıklı birer beyne sahip olduklarını gösteriyordu. Daha sonra öğrendik ki, o ilk gün polisler hala, Maltepe'de öldürdükleri kişinin Mahir Çayan olduğunu zannediyorlarmış.         

Çoktan kurumuş olan kanlı elini öyle bir gururla taşıyordu ki, onu herkese övünerek gösteriyordu bu hastalıklı beynin sahibi. Ilgız Aykutlu da bu gösteriyi kendince çok "yaratıcı" bulmuş olmalı ki, adamı ve ekibini aldığı gibi bizim tabutluğa getirmişti.        

Amacı "eski dostu" Cihan'a güç gösterisi yapmak ve morallerimizi sıfırlamaktı aklınca.  Aykutlu, "Görüyorsunuz işte, artık hepiniz yenildiniz; sizin gibi anarşistlerin sonu budur işte" gibilerinden bir söz etti.

O zamana kadar seİiz duran Cihan, başını kaldırarak ve gözlerini Aykutlu'nun gözlerinin içine dikerek şu sözleri söyledi:

 "Evet bu kez yenildik, ama temelli değil! Demir ökçeniz şimdi eziyor bizi. Fakat davamız daha da güçlenmiş olarak yeniden ayağa kalkacaktır."

Böyle bir karşılığı  hiç beklemeyen Aykutlu önce şaşırmış sonra da hırsla tekme tokat girişmişti bize, "Bu gece sorguda görüşürüz seninle, bakalım o zaman da bu kadar kahraman olabilecek misin orada" diye tehditler savurarak.

...........................................................

Sorgularımız işkencede uzmanlaşmamış olan 2. Şubede yapılıyordu. Ne de olsa her türlü asayiş  vukuatında falakaya, daha da yetmedi mi elektriğe başvurmaya alışmışlardı.            

Bizden birkaç hafta önce Sarp Kuray geçmişti tezgahlarından. Onun işkencede çekilmiş fotoğraflarını gösteriyorlardı bize. 

Telefonlu hücre sakinlerinden en ağır işkenceyi görenlerlerden biri de Cihan'dı. İnatla eylem arkadaşlarından o güne kadar deşifre olmamış olanların ismini vermemekte direniyordu.

Ayak tabanlarında deri namına birşey kalmamıştı. Kangrene doğru giden bu durumda işkenceyi sürdürebilmek için işkencecilerin önlem alması gerekiyordu.

Birgün baktık ki bir doktor yanında bir hemşireyle çıkageldi. Yaralarımızın pansumanını yapacaklardı. 

Hücre komşumuz, İlkay Demir tıp öğrencisiydi. Doktora sordu : "Hipokrat yeminini bunun için mi ettin sen?" 

Böyle bir soruyu hiç  beklemeyen doktor şaşırdı : "Ben görevimi yapıyorum, yaralarınızı tedavi etmeye geldim" 

İlkay bu sefer daha sert çıktı:  "Tabii ya, tedavi etmeye... İşkenceye devam edilebilmesi için. Yaptığınız bizleri işkenceye hazırlamaktan başka bir şey değil. Bırakın yaralarımız kurtlansın." 

Ertesi günden itibaren bu doktoru bir daha görmedik ama hemşire her gün gelmeye devam etti. Bir sabah bir de akşam üzeri geliyor, son derece doğal bir iş yaparmış gibi falakadan kabarmış tabanların derilerini elindeki makasla kesiyor, içindeki kanı boşaltıyor, çıplak etin üzerine merhem sürüp penisilin tozu serpiyor, sargı beziyle sarıyordu.

Ancak yapılan pansuman ertesi gün 2. Şubenin işkence odalarında paramparça oluyor, aynı senaryo ertesi gün yeniden tekrarlanıyordu.

Yiyeceklerimizi paramızla dışarıdan getirtiyoruz. Yiyecekler sıradan bir bakkaldan alındığı için, birkaç gün öncesinin gazete kağıtlarına sarılmış oluyordu. Birgün gelen yiyeceklerin sarılı olduğu gazete parçası üzerinde yüreğimizi kavuran bir fotoğraf gördük.

Sinan, Alpaslan ve Kadir, kurşunlarla delik deşik olmuş gövdeleriyle öylece yatıyorlardı toprağın üzerinde kolları açık, kocaman yürekleriyle tüm dünyayı kucaklayacaklarmış gibi.

Bu kara haber işte böylece düşmüştü yüreklerimize. Yüreğimizin yangısı işkencelerimizi bile unutturmuştu bize. Daha birkaç ay önce ona son defa sarılıp veda etmeden önce, o dağ gibi Sinan'ın gür erkek sesiyle okuduğu Ahmet Arif'in şiiri kulaklarımda çınlıyordu. 

"Vurulmuşum dağların kuytuluk bir boğazında...

Vakitlerden bir sabah namazında...

Yatarım kanlı, upuzun...

Vurulmuşum, düşüm gecelerden kara...

Bir hayra yoranım  çıkmaz,

Sığdıramam kitaplara...

Şifre buyurmuş bir paşa,

Vurulmuşum hiç  sorgusuz, yargısız...

...... 

Kirvem hallarımı  aynı böyle yaz...

Rivayet sanılır belki...

Gül memeler değil,

Domdom kurşunudur paramparça ağzımdaki....." 

Kaynak: İstanbul – BİA Haber Merkezi 03 Nisan 2010


Sansaryan Han’da kırk üç gün süren işkenceli sorgulardan sonra Tayfur Cinemre ve Cihan Alptekin önce Selimiye Kışlasına sonra da Maltepe Askeri Cezaevine sevk edildiler.

9 Ekim 1971 tarihinde Denizler hakkında idam kararı verilmişti. Karar avukatlar tarafından temyiz edildiğinden Yargıtay aşamasındaydı. Her an Yargıtay’ca karar onaylanabilir ve Meclis’te oylanarak idam gerçekleşebilirdi. İdamın önlenmesi gerekliydi.

Tayfur Cinemre, Oktay Kaynak, Cihan Alptekin ve diğer devrimciler İstanbul, Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nde; hummalı bir faaliyet içerisindeydiler. Denizleri kurtarmak için dışarıda olmaları, bunun içinde cezaevinden kaçmaları gerekiyordu. Gece gündüz kaçacakları tüneli kazıyor, çıkan toprakları yastıklara dolduruyorlardı. Tünel bitmişti, ancak Cihan; tünelin ortaya çıkması riskini dahi göze alarak, Mahir’in Selimiye Kışlasından, Maltepe Cezaevine getirilmesini bekliyordu.

1 Kasım 1971 günü, THKP-C davasında askeri savcı, Mahir Çayan ve 12 arkadaşı için idam cezası istedi.

Duruşmada söz alan Mahir Çayan vet diğer tutuklular ortak savunma yapabilmeleri için Çayan’ın Maltepe Cezaevi’ne naklinin şart olduğuna dair bir dilekçe verdler.

Mahkeme talebi haklı buldu ve Çayan’ın nakline karar verdi

Kartal Maltepe Askeri Ceza ve Tutukevi’ne getirildi. Kartal Maltepe Askeri Ceza ve Tutukevi’ne getirildi. Onu ortak savunmanın hazırlanacağı (D) koğuşuna aldılar. Şimdi, yoldaşları Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Necmi Demir’le birlikteydi. Hemen THKO’luların koğuşuna gidip Ömer Ayna ve Cihan Alptekin’in odasına girdiler. Oktay Kaynak, Mahir’e tüneli gösterdi

Tayfur Cinemre’nin anlatımıyla:

 Cihan daha cezaevine konulduğumuzun ilk gününde şu soruyu sormuştu bize:

Bir devrimcinin faşizmin zindanlarındaki asli görevi nedir?"  Ve cevabını da kendisi vermişti duraksamadan : "Firar etmektir". Devrime olan sarsılmaz inancı ve azmiyle Cihan Alptekin, cezaevine konulduktan sadece dört ay sonra bu asli görevini yerine getiriyor ve faşizmin zindanlarına şerefiyle girip, şerefiyle çıkarak ihtilalcı namusuna halel getirmiyordu.

Oktay Kaynak tünele ilk çekici vurandı. Firar öncesini, tünelin kazılışını ve Mahir’ler ile geçirdikleri dönemi İzmir TAKSAV’ın düzenlediği söyleşide anlattı.

Maltepe’den kaçma fikrini ilk defa Cihan Alptekin’e açtığını söyleyen Kaynak, Cihan’ın ise kendisine “Nasıl yaparız nasıl olur? Bir tık yapsak duyuyorlar. Bir çekiş sesi bile firar suçuna girer, ya beceremezsek?” dediğini onun ise “Zaten içerideyiz ne olacak deneyelim” deyip ikna ettiğini ve sürecin böyle başladığını söyledi.

 “Tünel kazmamızı istemeyenler oldu, ama ben bir başlarsak inananların çoğalacağını düşünüyordum. Sonunda insanlar ikna oldu ve çalışmalara başladık. Bir arkadaşımızdan bize ısrarla çekiş getirmesini istedik, sapını birinden ucunu birinden getirttik. Sonra tuz ruhu istedik, o da geldi. Bizim kaldığımız koğuş eski bir çay ocağıydı ve kendine ait bir tuvaleti vardı. Sadece bizim koğuş kullanıyordu. Temizlik bahanesi ile istediğimiz tuz ruhu ile yerdeki betonu çürütüp, çekiç ile de kazmaya başladık. (Cezaevi yönetimi “Amma da titiz mahkûmlar geldi” diyordu bizim koğuştakiler için.) Tünelden çıkardığımız toprakları tuvalete atıyor, cebimizde taşıyıp havalandırmalarda dışarıya bırakıyorduk. Bir süre sonra bunlar yetmedi ve yastıklarımızı, yorganlarımızı doldurmaya başladık. Sürünerek gidebileceğimiz büyüklükte bir tünel kazmıştık, içinde ampulümüz vardı. Tünelde yönümüzü doğru tespit etmek için bir de yön haritası yapmıştık, ondan yararlanıyorduk.

17 metrelik tüneli üç dört ay gibi bir sürede kazdık. Kazma sürecinde böbreklerimi üşüttüm, daha sonra ameliyat oldum. Tünelin bir yerinden yukarıya küçük bir delik açtım ve oradan bir yıldızı seyrediyordum, bu yıldız başka bir yıldızdı.

Oktay Kaynak “firar sonrasını” anlatmaya devam ediyor:

Firarın ertesi günü akşama kadar koğuşa kimseyi sokmadık. İsyan çıkardık, kapılara ranzaları koyduk, arkadaşlarımıza zaman kazandırmak için ertesi gün akşama kadar direndik. Bizim ile arası iyi olan bir askeri göndermişlerdi öğrensin diye; ama o da öğrenemeden gitti. Askerin birinin ayağı tünelin ucundan içeri düşünce firar olduğunu anladılar. Tünelin sonunun nereye çıktığını anlamak için içine kedi salmışlardı. Tünelin ağzına tüm kirli çamaşırlarımızı tıkadığımız için ilk önce anlayamadılar. Koğuşa gelen Sıkıyönetim Ordu Komutanı Faik Türün yanında müdürler ile koğuşa geldi. İsimler saymaya başladı, ‘’Cihan Alptekin, pırrr’’, “Mahir Çayan, pırrrrrr” dedi. Firar böylece ortaya çıkmış oldu

29 Kasım 1971 akşamı üçü THKP-C'li (Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz) ikisi THKO’lu (Cihan Alptekin ve Ömer Ayna) beş devrimci; tutuklu bulundukları Maltepe Askeri Cezaevi'nden işte böyle kaçtılar. Cezaevinden kaçan bu beş isim Türkiye solunun iki büyük örgütünün liderlerindendiler ve bu eylem bu iki örgütün ilk ortak eylemiydi.

Tayfur Cinemre 1974 affı ile Temmuz 1974‘te cezaevinden çıktı. ODTÜ’ye geri döndü ve 1978 yılında ODTÜ Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu.

Daha sonra İstanbul Çırağan Sarayı'nda göreve başladı. 2008 yılında bu işletmenin Teknik Bölüm Direktörü olarak atandı.

18 Nisan 2019 tarihinde, kullandığı kalp pilinden kaynaklı bir enfeksiyon nedeniyle yoğun bakımda tedavi görmeye başladı.

26 Mayıs 2019'da yaşamını yitirdi.

Kaynak: Bianet-İleri Haber

 

 

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız