“Savaşlar ve yağma için en iyi fırsat, afetlerdir. Yoldan çıkmasın yeter ki insanoğlu, neler yapabileceğini(iyi/kötü) hayal bile edemezsiniz...”
LEVENT KAÇAR
İnsanlığın ilk imtihanı doğayla başlamıştı. Zaman içinde birçok yenilgiden sonra geçici zaferler kazanmaya başlayınca içindeki iktidar hırsı onu doğanın efendiliğine soyunmaya cürret ettirdi. Gelgelelim bu savaş öyle bir noktaya geldi ki; doğa ona yeni yenilgiler tattırmaya, beyliğin, egemenliğin mahşere kalamayacağını, tokat gibi çarptı insanlığın yüzüne. Sevimli görüntüsünün arkasına ölüm/yıkım/pişmanlık gizli bir virüsü çıkararak “kibirlenme padişahım, senden büyük hayat var” hatırlatması yaptı insanlığa. Egemen, filmin senaryosunu her ne kadar kendisi yazdığını zannetse de doğa kendi yazdığı senaryoya göre rolünü oynamaya devam ediyor. Hiç bir yıkım, salgın, afet; sınıfsal ayrışmaya göre tavır almaz. Egemen ne kadar önlem almaya çalışırsa çalışsın, doğa bir şekilde intikamını alır. Sıra başbakanlara, en zengin ailelere, insan emeğini zevklerinin pezevengi haline getirmek için sermayeye dönüştürenlere, taşeron tetikçilere de gelecekti, geldi. Kanada, Almanya(ki bugün gazeteler yazıyor, seneler öncesi kumpası) başbakanlarına karantina uyguluyor. Buna hiç bir teknolojinin gücü yetmez, bilimin en iyi bildiği şeylerin başında; bildikçe daha çok bilmediğinin farkına varmasıyla sonuçlanan, temel bir çelişkiyi anlamakla karşı karşıya kalıyor insanlık. Bilimi baskılamak, spekülasyonlar üretmek, savaş senaryoları yazmak, hastalıkların çaresini bulan bilim insanlarını, faili meçhul şekilde ortadan kaldırmak, sondan kaçınmanıza yetmeyecektir tufeyliler. Saltanatınızın doğa karşısındaki acizliği, sizi de kurşuna dizecektir. İnsanlık kendine sahip çıkmayı bir becerirse, kaçacağınız delik de kurtaramayacak sizi.
Geçmişte örnekleri olmadı mı? Bir hatırlayın kulağınıza küpe niyetine; Fransız Devrimi, Ekim Devrimi, Çin Büyük Proleter Kültür Devrimi, Küba, Arnavutluk ve daha nicelerini unutmayın. Komünarlar, Paris’ten yumruk sallıyor size. Klara ve Rosa, Che’yle ele ele tutuşmuş, barikatın başında gülümsüyorlar; gözlerindeki ışığa ve umuda iyi bakın zebaniler. Kasketli, Mahir ve Deniz halen yanımızda, omuzbaşımızdalar. Tüfek çatmışlar karanlığın çirkin yüzüne karşı. Korkun onlardan ve korkun çocuklardan, kadınlardan, gençlerden ve biz, umutlu ihtiyar delikanlılardan. Öfke sardı mı yüreklerimizi; tutamazsınız çağlayan gibi coşan melanetimizi. Korkun zebaniler...Şimdi bakmayın bu kadar suskun olduğumuza.
Yapacak çok şey ve çok iş var. Biz asilere, mağdurlara, mazlumlara düşen en makul tavır ise; öncelikle temkini elden bırakmadan, dayanışmayı öne çıkaran, bu şartlarda bile, hayatın pozitif yanlarına dair projeler üretip, doğaya horozlanmadan ve birbirimize hayatı zindan etmeden yaşamak kalıyor. Nereye kadar mı? Doğanın kalabalığına karışana kadar tabi ki. Rolünü oynayanla, kendin rolünü belirleyen arasındaki farkı, zamanında bilgililerimiz söylemişti. Kulak asmak isteyene hatırlatayım; “kendiliğinden yaşayanlar, kendisi için yaşayanlar.” Bunu proletarya için söylemişlerdi galiba, hepimiz için geçerli. Başkalarının filminde oynamayı reddedip kendi filmini yazıp, yönetenlere saygıyla.