Ve yaşamak cesaretlilerin işidir ,tıpkı ölüm gibi…
Platonik bir zamana ölü doğmuş çocukların, ruhunu giyindik adeta.
İçimizdeki sevginin coşkusunu belki bir çiçeğe, bir hayvana veriyoruz.
Ama, insana gelince içimizdeki coşkuyu içimize saklayıp, dışımızı karanlığın
En zifirisine sunuyoruz.
Oysa ne kadar da özlüyoruz sevilmeyi ve hatta sevmeyi.
Sevme eyleminin engizasyonla yargılandığı, balçık zamanlara saçılıyoruz korkarak.
Aynalardan uzaklaşıyoruz,yansıyan aksimizi görmemek için.
Tüm aynalar tuz buz.
Koşulsuz sevgiyi hatırlamak adına tüm metaları seviyoruz.
Pasaportlarımız ölüm diyarına giden ruhlar gibi damgalanmalı….
Belki de yeryüzünün tüm acıları Habil’in Kabil’i öldürmesiyle başladı.
Ondan sebep kanımız bu kadar hoyratça yalnızlığa akmakta.
Kanımızın akışına tutkun,yalnızlığımıza söverek tamamlamaya çalışıyoruz kalan yolculuğu.
Kimselerin hevesi kalmamış uzun yolculuklara.Kısa duraklarda dinlenmeye çalışıyoruz.
Ve sen kısa durakların yolcusu, Yaşadığını sanarak bir türlü ayrılmak istemiyorsun
Kalmak için son istasyonda tırnaklarını geçirmeye çalışıyorsun konakladığın o kısa duraklara.
Hiç düşündün mü kalabilmek için, gidebilmenin gerekliliğini….
Oysa ne büyük acı. Sen hiçbir yere gidemedin ki, gittiğini sanarak.
Kısa yolculuklar gibi, kısa arkadaşlıklar, kısa sevişmeler, kısa cümlelerle doldurdun boş kalan yanını.
Oysa Hiç düşünmedin. Uzun yollar cesaret ister.
Ve yaşamak cesaretlilerin işidir ,tıpkı ölüm gibi…
Ve işte o ses’’ son durak, yolcu kalmasın’’