Kültür

Masal, hatıraları eşeleyip çocukluğa dönünce başlıyor...

Hatırlama unutmaya üstün gelip “dile getirilemez” olanlar dile gelmeye başlayınca masal başlıyor.

26 Aralık 2017 Saat: 14:07
Masal, hatıraları eşeleyip çocukluğa dönünce başlıyor...
Masal, hatıraları eşeleyip çocukluğa dönünce başlıyor...

Sesler, görüntüler, de'leri da'ları ayıramadığımız ama sokakla evi ayırdığımız günler. Zamanı saatlere rehin vermediğimiz zamane günler. Hatırlama unutmaya üstün gelip “dile getirilemez” olanlar dile gelmeye başlayınca masal başlıyor. Sonra da bir zamanlar bilinçaltı denizine gizlediğimiz “sırlar” ve “karakterler” karaya çıkıp hayata yeniden başlıyor. Masal ve Hakikat bize der ki; insan bazen iyileşmek için hatırlar, bazen de iyileşmek için unutur...

Masal şöyle başlar:..
Sokakları hecelemeye başladığımız günlerdi. Yaşı bilinmeyen yağmur gibiydi insanlar. Sonlarına benzeyen, denizi ve maviyi bilmekten başka suçu olmayan insanlar, uyuyunca eşit olur, uyanınca sihir bozulur eşitsizlik başlardı. Tanrının ve devletin değilse de doğanın eski öyküleri gibiydi her biri. Oku oku bitmeyen, iyi ki bitmeyen kadınlar. Yaz yaz noktalanmayan, iyi ki noktalanmayan kadınlar. İki çalı parçasının sürtünmesinin çocuğuydu ateş, iki bedenin ve ruhun sürtünmesiydi aşk. Maviden olma yeşilden doğma Karadenizli kadınlar, su ile ateşin birbirinden anlam alıp anlam vermesine delildi.

Hakikat şöyle devam eder:
Ve dillerinden sürgün değişik kavimlerin yaşadığı Karadeniz... Hem âh'ımız hem de aşkımız... Mavi derin, yeşil serin Karadenizli kadınlar. Mavi'den gün alan yeşile ömür veren kadınlar. Diğer renklerin maviye ve yeşile yardım yataklık yapmak için varolduğu coğrafya... Sırlarla dolu henüz içi açılmamış tarih...

Masalcılara “hakikatçi” de denirdi bizim kasabada.
Hakikatçi masalına Çingene Sinem'i koymazsa iki şarkı arasında çarpılabilir...
O bu kadınlardan biriydi, ama farklı biriydi. “Çingene Sinem” derlerdi. Denizden gün alanlardandı. Onu ilk gördüğümde yoksul bereketi sayılan “hamsi sisi” vardı. Kovulanların peşinden, şarkılar çalıp bir avuç Karadeniz döken kadınlardandı. Kışlık Sinema'nın karşısındaki kahvehanede oturuyordu. Bir elinde “ahali sigarası”, diğer elinde cümbüşüyle masaldan çıkıp gelmiş ve hakikat olmuştu sanki. Ben simit tablasıyla pencereden bakarken göz göze geldiğimizde yedi-sekiz yaşlarında olmalıyım. Eliyle işaret ederek içeri çağırınca korku ve merakla girdim. Korkum, kahvecilerin öfkesi, merakım, onun kim olduğuydu. Yanına gittim. Benden simit alarak gönlümü hoş edeceğini zannederken o, “başımı kaşı yüz para vereyim” demez mi? Böyle bir naif, romantik gelenek vardı kasabada; kadınlar, çocuklara başlarını kaşıtır karşılığında harçlık verirlerdi. Soluklanma taşında oturan, bize destan okutup ağlayan kadınlardan biliyordum bu geleneği ama hiç tecrübe etmemiştim. Utandım. Elim gitmedi saçına. “O zaman bunun saçlarını kaşı” diye seslendi ve o kıymetli cümbüşünü uzattı. Cümbüşün tellerine ilk kez o gün dokundum.

Sözün burasında masala, on iki eylül bin dokuz yüz seksen sonrasında devletin yardım ve yataklığıyla ölen kardeşimin hatırası karışır... İçimizde müziğe en kabiliyetli olandı. Biz devrime ve sokaklara o annem'e ve şarkılarına çekmişti. Her rastlaştıklarında Çingene Sinem'den ilk fasıl derslerini alan kardeşim, onun cümbüşüyle ve sesiyle arkadaşlık yaparak büyümüştü. 
(“annemin şarkı sandığı’nda, meşk sandığı’nda annemin/ marşları şarkı gibi söyleyen az devrimci çok insan kardeşimin nota defteri/ en erken ölen, hiç sevişmeden ölen kardeşimin uzun acısı/ çocuklarından azaldıkça, acılarından çoğaldıkça makamı bozuldu annemin/ gün oldu annem, hangi şarkıyı hangi çocuğu için söylediğini unuttu da/ hangi çocuğunun hangi siyasetten olduğunu unutmadı, unutamadı.”)

Sözün burasında araya şiir karışır...
Şimdiki aklımla Melih Cevdet Anday'ın “Kim bilebilir açık denizdeki/ Zamana rastlayan martının/ Kanatlarından huylanarak/ Denize indiğini” dizeleriyle söylersem; kasabanın ortasında, saatten, evden kaçan zamana ve zamandışı bir kadına rastlamıştım sanki. Okunaksız bir yüzü vardı, elleri belki okunabilirdi. Ömrüm boyunca, deniz gibi, yağmur gibi onu da okuyamadım. Daha doğrusu bazen okudum bazen okuyamadım. Yıllar sonra, “benim el yazım bozuk kendimi yanlış yazıyorum/ bile isteye yanlış yazıyorum ki siz doğru okuyun” diye tarihe düştüğüm dil not, belki o günlerde yazılmıştır da bugünlerde bulmuştur beni.

Masal şöyle sürer:
Ben cümbüşün saçlarını okşarken o kaçak çay ve ahali sigarası içiyordu. Başkalarının şarkıları geçemezdi onun olduğu mecliste. Ama onun kimseye, “senin şarkın geçmez burada” dediği duyulmamıştı. Cümlesi üstüne cümle kurulmaz, cümlesine ve kendine yanlış bakılmazdı. Bir davet gibi otururdu sandalyesinde. Ama her yanlış nazar, onun bakışlarından dönerdi. Bakardı, o kadar. O zaten hep bakardı da gördüklerini kimseye atlatmazdı sanki. Biz, aç âşık sokak çocuklarına anlatırdı bazen. Anlatmak da denmezdi ona, hikaye eder masallaştırırdı. Onun hikayelerinde anlattıklarının kim, kimler olduğunu merak eder, hayat bilgisi görgümüzle kaydederdik. Kasabalılar onu “cevap ehli” olarak görürlerdi ama o “soru ehliydi...” Hayatı kadar, kurduğu cümleler de sorularla doluydu. Zaten Karadeniz kadınları “dışarıdan” bakanlarca “hazır cevap” olarak güzellenseler de mavileri cevap, yeşilleri sorudur onların. Yokuşları sorularla çıkan, inişleri cevapla inen masal kadınlar... Karadeniz insanının “şaka gibi” olması doğal bir özelliktir. Doğaçlama konuşurlar, doğaçlama sinirlenirler... Kadınlar iki, üç daha fazla şaka daha fazla doğaçlamadır. Özelgüzel güler onlar; “çay suyun gülmesi, demli çay kahkahasıdır” çünkü. Âh ve aşk çekmek kadar "çaya çekmek" de bir özelliktir oralarda. Belki de bu nedenle “Çay Bella” derim...

Ve masala “kan” karışır...
Günlerden bir gün... Meydandaki Anafarta İlkokulu'na gidiyor olmalıyım. Liman Reisi, meydanda horoz dövüşü tertiplemiş. (Horozlardan akan kan izlerinin yıllarca parke taşlarında leke olarak kaldığını hatırlıyor bu çocuk.) Seslerden horoz dövüşünün başladığı anlaşılıyor. Ben sınıfın penceresinden sarkıp olay mahallini gözlüyorum. Sinem, yerlilerin galat-ı meşhur kabilinden kavak dediği (çınar) ağacın dibinde oturmuş, cümbüş çalıyordu. Bir tür “kuşa bak!” yapıyordu ki ahali “horoz dövüşüne” ilgi duymasın... Horoz dövüşüyle coşan erkek milletinin seslerini, onun “Vücud ikliminin sultanı sensin/ Efendim gönlümün sultanı sensin” şarkısı kesiyordu...

Masalın burasında “isimsiz” bir çocuk yolumuzu keser...
İster hakikate ister mecaza isterse de masala sayın; beş yaşına kadar ismi olmayan (ya da “bir nedenle” isim konamayan) bir arkadaşımız vardı. “İsimsiz” aşağı, “isimsiz” yukarı diye çağrıla çağrıla adı “isimsiz”e çıkmıştı. Okul çağına gelince “üşengeç!” babası isim koymak zorunda kalmıştı. Lakin okulda “isimsiz” olarak çağrılması sürdüğünden sık sık salya sümük okuldan kaçan çocuğu bir gün okula Sinem getirmiş, öğretmenin “oooo, 'isimsiz', gelmiş!” şeklindeki alaycı cümlesine “masallarda da insanların soyadı yok” diye tarihe not düşmüştü.

Ve çocuk masalın eline iki dize daha döker: 
“Dünyada geçirdim çocukluğumu/ İnsanlardan eşya yaparlar” (Melih Cevdet Anday)
Eşyalara yanlış davranmazdı. İnsanları “çay bardağına yanlış davranma”, “elmayı yanlış yeme”, biri çeşmeyi yanlış mı açtı, “suya kötü davranma”, biri denizde yanlış mı yüzüyor, “Denizin canını acıtma, kalbini kırma” diye uyarırdı... ("O yıllarda devrimin manisi yoktu, bize çok sık uğrardı, çaya ve fasıla kalırdı...")

Denizden geldiğini söylerdi. Bazen inanır bazen inanmazdık. Daha doğrusu biz, deniz kenarında söylediklerine ayrı, fındık bahçelerinde söylediklerine ayrı inanırdık. Herkesin inandığı ve inanmadığı farklıydı. Her çocuk, inandıklarından anlamaya çalışırdı onun hikayesini. İçimizden sadece biri söylemediklerinin izini sürerdi. Sinem bunu sezer, “İnanmazsanız dilimin altına bakın, inanmazsanız cümbüşe sorun!” der, dilini çıkarırdı. Önemli olan ne zaman ve nerede söylediğiydi. İşin sırrı buradaydı ve biz çocuklar onun “sır katibi" idik sanki. Zamanın birinde bedeni ve ruhu incinip değişik makamlarda şarkılar söyleyerek ilk aklından ikinci aklına taşınan, udunu dalga sesleriyle akort eden annem gibi o da cümbüşünü dalga sesleriyle akort ederdi. Deniz kenarında kendisine ait taşa oturur, saçlarını çözüp denize sarkıtır, elleriyle cümbüşünün tellerine dokunur gibi, saçlarını da akort ederdi sanki. Saçlarını kuruturken, cümbüş çalar, dalar, içinden söylerdi şarkıları. Aç âşık çocuklar için, iskeleye yanaşan mavnalardan denize düşen parke taşlarını çıkarmak hem eğlence hem de harçlıktı. Kenarda, tenekeler üzerinde, midye pişirdiğimiz bir gün, yıllar sonra anlayacağımız yeni bir eşikten geçirmişti bizi. Bilme kapısı değildi bu, cevap kapısı da değildi anlam ve anlama kapısıydı. Her cümlesinde onlarca soru yaşardı...

Maviyle ve denizle meşk ettiği bir gün, “Denize düşürdüğüm sözcükleri çıkarın bakayım?” deyince anlayamamış, abilerimize koşmuş ama ellerimiz anlamsız dönmüştük. Yaşsız biriydi Çingene Sinem. Cümbüşüyle aynı yaşta olduğunu söylerdi abilerimiz. Kiminle yaşıttı anlamak imkansızdı. Bir eli yaşlı bir eli genç gelirdi bize. Günün birinde bize çok yaşlı gelen sağ eliyle iskeleyi işaret etmiş “Yedi yaşımdaydım. İşte tam orada, kovulan Ermeni arkadaşımın ismini düşürdüm” deyince, öğretmenimize sormuş o da baş öğretmen Suzi Bey'e sormuş, sorumuz bize çifte azar olarak geri dönmüştü. Bir başka gün, bize genç gelen eliyle “16 yaşındaydım... İlk kez âşık olduğumda bir cümleyi de işte şurada düşürmüştüm” demiş bizi merak burcuna girmiştik.

O gün işaret parmağına “annem” de karışmıştı...
Ama biz önce miktarı kafi şiir karıştıralım masala... 
(“annem çok aklını zorun sıratında yitirdiğinde ve muskalara kaldığında/ biz devrime kayıtlanmış ve çok fiyakalı çok devrimciler olmuştuk bile/ belki de bu nedenle, az aklıyla çok annem, ikinci aklında az annem/ gittiği ve gidemediği filmleri yıllarca anlatıp durdu devrim niyetine...”)

Sinem, parmağıyla birlikte cümbüşünü de uzatıp, “İşte tam şurada, annenizin “tımarhaneden” Gülcemal vapuruyla döndüğü gün, ikimizin ortak şarkısının sözlerini ve notasını düşürdüm” demiş ve “Sînemde bir tutuşmuş yanmış ocağ olaydı/ Zülfün karanlığında bezme çerâğ olaydı” “gazeli”inden bestelenen şarkıyı çalmaya başlamıştı. Her seferinde “Bulana.... ”, der, hediyeyi söylemezdi. Büyüyüp devrimci olunca, anlamıştım demek istediklerini. Ve bir gün onun işaret ettiği üç yerden dalıp, “düşürdüklerini” denizin dibinde aramış elbette bulamamıştım. Kovulup gidenlerin, uzaklaşıp kaybolanların, imgeleri de kaybolmuştu ya da bizim bulamayacağımız yerlere gitmişti. Bulsaydım bile veremezdim ne ona ne Ermeni arkadaşına ne de anneme... Çünkü toprak hattına bağlanmışlardı. Ölüm, böyle bir şey olmalıydı; bir zaman var olanı, arayıp da bulamamak. Toprağın altına düşeni hatırlamak... 
("yalansız söylemiş olayım ben, yalansız duymuş olun siz/ o yıllarda devrimci olmak, evden kaçıp sokaklara kayıtlanmaktı / hali vakti yerinde bir şarkının devrime yardım-yataklığıydı annem...”

Siyah-beyaz fotoğrafların bile yeşil çıktığı Karadeniz'de, sırtını yeşile dayayıp şarkılarla yeşillendiğinde yeşilden geldiğini ve yeşilli olduğunu söylerdi. Yıllar sonra Edip Cansever'in “Kış bitecek birazdan, kışa geç kalma” dizelerini ilk okuduğumda aklıma nedense o gelmişti. Bize, “yeşile, doğaya, maviye geç kalma” demek istiyordu besbelli. Mavinin yeşilin rahminden gelmek, doğmak ve olmak farklı bir duygu olmalıydı. “Aleyhistan'da yeni bir lehçe” Can Yücel gibi söylersek; “Ağaç kuşa kuş ağaca kayıtlı”ysa o da Karadenizli kadınlar gibi yeşile ve maviye kayıtlıydı. Yeşil ile arasına kimse giremezdi... Yeşil ile arasından sızsa sızsa mavi sızardı. Ya da mavi bile sız(a)mazdı. Yeşilistanlı ve Mavistanlı olmak bir varoluştu buralarda.

O yıllarda bacak kadar kasabaydı Ünye ama fasıllar yapılan meyhaneleri vardı. Sinem için girilemeyen mekan yoktu. Her mekanın müdavimiydi. Her mekanda yeri/köşesi hatta kendine ait aşı boyalı tahta sandalyesi vardı. Onun masalara gittiği nadirdi, masadakiler ona gelirdi. Sadece cümbüş çalınca değil, konuşması da taksim gibiydi. Peşrevden çok taksimdi Sinem. Konuşmayla da taksim geçerdi. Lakin gecenin bir vaktinde birbirinden artan insanlar, birbirinden ve hatta kendisinden zarar edip azalmaya başladığında ya “olay mahallini” terk eder, ya da o kişiye akılda kalan bir ders verirdi. Meyhanede, dilinin ve bedeninin şeklini bozanlara, “şeklini topla” der “Aramıza şarkı girsin, muhabbet girsin ama rakı girmesin!” diye uyarırdı.

Şarkılı anneme “ahretlik” dediği de karışsın masala...
Kadınlar onu kıskanır mıydı? Belki bazıları kıskanırdı bazıları imrenirdi. Kadınların bilinçaltıydı sanki. Ne kadar bastırılımışlık varsa Çingene Sinem üzerinden geri dönerdi kasabaya, kahvehanelere, meyhanelere. Gittiği her yere cümbüşünün yanısıra, yeşili ve mavinin yanısıra sırlarını da götürürdü. Aşk bir yanlış anlamaydı onun için doğru anlayınca biterdi. Bu mealde cümleler kurar, kıssadan hissesi bu cümleye çıkan hatıralar, hikayeler anlatırdı. Evlilik öyle bir şeydi... Aşk mekanı bedenlerin/ruhların çoğunun zamanla birer “âh” mekanları olduğunu anlamamız için daha çok uzun yıllar geçecek, başımıza nice âhlar ve aşklar düştükten sonra anlayacaktık. (Anlayacak mıydık?) 
“vakti gelmişken duymuş olun benden ve biletsiz dinlemiş olun siz/ belki de bu yüzden, iki evcil beden arasında soğuk savaştır sevişmeler/ ve/veya onlar uyurken değil de sevişirlerken kaçtık bizler sokaklara/ aşk nedir hiç düşünmeden, ut ve cümbüş seslerinden uzaklardaki devrimlere yaklaştık / ve aşklardan çok uzaklarda prova ettik aşka ve şiire hariç devrimleri...”

Ve masala “hisseli harikalar kumpanyaları” karışır...
O yıllarda, Muzaffer Nebioğlu, Kudret Şandra, Özcan Tekgül, Leyla Sayar gibi sanatçıların kasabaya gelişleri, içe dönük yaşayan kasabalılar için sosyal-toplumsal bir olaydı. Hele de Zeki Müren'e rakip gösterilen Adnan Pekak'ın gelişi başlı başına bir hadiseydi. Onun gelişiyle, bahisler yükselir, meraklar ve dedikodular ayyuka çıkardı. Ama daha da önemlisi kasabada “ben” oranı artardı. Çünkü Pekak, dudağının üstünde ve yanağında beniyle de meşhurdu. Bu “ben” furyası, yüzünde beni olan Sinem'e dokunur, sinirlenir, “benlenenler”, taklit “ben”lerini silinene kadar ortalıkta görünmezdi.

O hep gelirdi ama gitmezdi... 
Bize öyle gelirdi. O hep yeşilden, çayırlardan, ağaçlardan gelir ama gitmezdi. Denizden maviden gelir gitmezdi. Sonra o kaldı kasabada, ben gittim uzaklara. Ama her zaman çocukluğuma büyüdüm. Onu aramak ve bulmak için de büyüdüm. Sonra zaman sarardı, masal başladı... Ve o gün bu gün bizim oralarda maviden sonra yeşil açar, yazdan önce Sinem gelir... O gün bugün, Sinem'izdeki “çerağ” da, “yasağ” da “bağ” da, “hâl-i ferâğ” da odur...

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız