“CIA ajanını öldüren Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan bu sabah Paşakapı cezaevinde asılarak idam edildiler. Mahkumlar slogan atıp, sehpalarını kendileri tekmelediler.” (25 Haziran 1981 / Basından)
MEHMET SÖNMEZ
Yattığın yerden duvarların kalınlığını düşündün. Öğle yemeğinden sonra ranzana her uzanışında karşına düşen ensiz, kılıç ağzı gibi parlayan pencereye bakar ve duvarların kalınlığını hesaplamak isterdin. Yaz gelmişti. Ama hücren her zamanki gibi ne soğuğu ne sıcağı geçiriyordu. Dışarıda fırtınalar kopsa, içeride tek bir yaprak bile kıpırdamazdı.
Kaldığın yer, zaman ve mekandan yalıtılmıştı. Yirmi dört saat durmadan yanan floresan gece gündüz ayrımını siliyordu. Senin için bu ayrım o denli önemli değildi. Kapı açılıp dışarı çıkıldığında vaktin şafağa yakın olacağına emindin. Genellikle o saatlerde…
Duvarlar ısıyı olduğu kadar sesi de geçirmiyordu. Yaz başlangıcının bu öğleden sonrasında, derin bir sessizlik çökmüştü. Sadece bir çift postalın yaklaşan ya da uzaklaşan tek düze sesini duyuyordun. Uzaklarda, derinlerde yanık sesli biri türkü söylüyordu.
Dikdörtgen bir kutu gibi seni çevreleyen yüksek beyaz duvarlar sıkıntı vericiydi. Aylardır gözlerinin uzanabildiği her yerde beyaz duvarları görüyordun. Sağ tarafına düşen duvardaki kabarmış sıva, rutubet lekeleri dostların kadar yakındı sana. Bu lekeleri çeşitli şekillere benzetir, zaman zaman hareket ettiğini sanarak gözlerinle onları izlerdin. Pencerenin yanında küçük bir çengel vardı. Beyazın iticiliği orada bozuluyordu. Hemen altında gazeteden kestiğin küçük çocuğun resmini yapıştırmıştın. “Babam nerede” diye ağlayan küçük Filistinli kızın gözleri seni rahatsız ediyor, gözlerinin içine bakmaya cesaret edemiyordun. Çocuklarına isimlerini koyduğunuz Filistin bir özgürlük şarkısıydı.
Bakışların tam karşıya dikildi. İnce, uzun pencereden sadece bir renk görüyordun. Bazen açık mavi, bazen gri, bazen de lacivert bir renk. Bir de rüzgarların çalıp getirdiği denizin kokusunu duyuyordun. Birçok defa parmak uçlarında yükselip dışarıya bakmaya çalışmıştın. Her defasında duvarların kalınlığına şaşırıyordun, uzakta hareket eden arabalar ve insanlar seni daha da şaşırtıyordu. Hücrende ki yaşamın hareketsizliğini öylesine benimsemiştin ki, canlılık kavramı bile sana yabancı geliyordu. Dışarıdaki yarıkta tek tük yeşeren otları gördüğün gün hayretten açılmış gözlerinle saatlerce izlemiştin. Gün ışığının ancak sızdığı ve floresan altında eridiği bu yüzyıllık hücrelerde, canlılık ve yaşam kavramları hayranlık vericiydi. Uzaktan zorlukla seçebildiğin arabaların ve insanların devinimini garipsiyor, kendini başka dünyaları teleskopla izleyen astronomlara benzetiyordun. O kadar yakın ve o kadar uzaktın ki bıraksalar o kalabalığın içine karışacak ve kimse tarafından yadırganmayacaktın ama o seni ayıran kalın duvarların anlamı neredeyse binlerce ışık yılı bir ayrılıktı.
Başucunda, iki metre ötende demir parmaklıklı kapı seni loş koridordan ayırıyordu. Kapının önündeki haki perde koridoru görmeni engelliyordu. Bu perdeyi onlar istedikleri zaman açıp kapatıyorlardı. Perdenin varlığı bu garip rengi ve ardındaki köhnemiş koridoru hissetmek seni daha da bunaltıyordu. Her şey köhnemişlik ve terk edilmişlik duygusu uyandırıyordu. Girişteki kemer de bu izlenimi güçlendiriyordu. Yüzyıllar önce at ahırı olarak yapılan bu yere, yine yüzyıllar önce “at yaşamaz” raporu verilmişti. Bu yer senin hücrendi ve sanki seyis birdenbire içeri girecek ve sana hiç aldırmadan, atını duvarda hala izi duran çengele bağlayıp gidecekti. İşte senin hücren böyleydi. Kim bilir senden önce ne umutlar bu duvarlar da asılıp kalmıştı, şimdi sıra sendeydi.
Kırık, yer yer sırları dökülmüş bir aynanın karşısındaydın. Bakışların oraya kaydı ve kendini görmek istedin. Kimdi bu aynadaki? Tek başınaydın. Yapayalnız. Belki yarın akşam, belki de bu akşam ne burada ne de başka bir yerde olacaksın. Neydin sen şimdiye kadar? Kimdin? Kimdi “O” seven, kızan, ilgilenen, başkalarının sorunlarını kendi sorunları sayan ve onun için beyniyle, yüreğiyle çalışan? Aynanın verdiği görüntüye şaşırdın. Daha yakından baktın. Gözlerindeki parıltının yerinde acı ve öfke kıvılcımları gördün. Gençtin, buna rağmen aylarca süren bu yaşamın seni ne denli yıprattığını, ilk kez fark ettin. Yaşamın güzel bir yüz ve sağlıklı bir vücuttan çok daha anlamlı olduğunu biliyordun. Gençliğinin yoğrulduğu yeni bir yaşam senin için her saniyesi dolu geçirilen ve yitirilme korkusu hissedilmeyen bir süreçti. O an durup aynaya baktığında seni şaşırtan görüntü aslında yaşamın çizgilerini yansıtıyordu. Bunların anlamını yavaş yavaş çözdün. Aynada gördüğün artık sen değildin. Kavga günlerini ve arkadaşlarını görüyor anılarını tekrar yaşıyordun. Ayna bir zaman tüneline dönüşmüştü ve sen hızla yol alıyordun.
Öğrencilik yılların, okuduğun ilk devrimci kitaplar… Arkadaşlıkların… Dernek odaları… Tartışmalarla geçen günler… Okul çıkışlarındaki kavgalar… Bildiri dağıtmalar… Yürüyüşler… Attığın sloganlar ve örgüt çalışmaları… Her birini hatırladıkça için ısınıyordu. Gözünün önünde sabahtan akşama kadar dolaştığın sokaklar, arkadaşlarınla oturduğun kahveler, sohbetleriniz canlanıyordu.
Ve hiç unutamadığın ilk aşkın, ilk öpücüklerin… Şu anda şimdi ne yapıyordur kim bilir… Sarı saçlarını avuçlarına doldurduğun, parmaklarınla taradığın, yeşil gözlerindeki harelerinde kaybolduğun sevgilin şu anda şimdi ne yapıyordur? Nerededir, nereye bakıyordur? Oturuyor mudur, ayakta mıdır, yoksa gelişi güzel bir sohbetin içinde seni mi anıyordur? Ya kokusu? Aklına geldikçe burnunun direğini sızlatan o koku? Neye benzetirdin? Hatırladın. Damla sakızı kokardı ağzı. Bazen de elma… Doya doya içine çekerdin boynuna gömülüp. O koku, o vücut sıcaklığı aklına geldikçe için ürperiyordu. Her gün buluşur, sımsıkı sarılır, doya doya koklardınız birbirinizi. Burunlarınıza çektiğiniz koku aslında kimyasal elçilerdi. Şu an içini acıtan da bu elçilerin yokluğuydu. Dayanamıyordun. Bunun adı daha önce hiç tatmadığın “hasret”ti. Hasret, böyle bir şeydi. Hasret, TDK’da geçen hasretti aklında kalan. Yaşadığın, içini acıtan, midenden gelip, boğazına takılan hasret yumruktu şimdi. Onu atmak istercesine sık ve derin nefes alma ihtiyacı hissediyordun. Hasret, babaannenin hikayelerinde geçen, taş plak gramofonda çalınan o şarkı ile özdeşleşmişti. Babaannen, karanlık akşamların ıssız odasında Seyyan Hanım’ı dinlerdi. Taş plağın cızırtıları arasında tango sesli bu kadın hüzünlü bir ifade ile “Hasret” şarkısını söylerdi.
“O gözler benim ağlar / Eskisinden yabancı / Gönlümdeki bu sevda / Hiç dinmeyen bir acı…”
Yan odada kalıyordun. Beline silahı koyup eylemden eyleme koşarken, yanı başında yürek sızlatan bir aşkın farkında değildin. Derinden gelirdi Seyyan Hanım’ın sesi. Derinden gelir, fark etmeden içine dolardı. Babanı anlamadan, babaanneni anlamıştın bu köhne hücrede. “Keşke o şarkı sözlerini ezberleyebilseydim” diye içinden geçirdin. Artık çok geçti. Babaannenin erken kaybettiği dedene duyduğu aşkı anlamak, hissedip yaşamak için çok geçti. Aynı duyguları, şarkılarınızın bile olmadığı aşkın için hissediyordun.
Daldığın duygu denizinden hızla yukarı fırladın. Bunun bir an bunun “zafiyet” olduğunu; dik durmanı, sehpanı tekmelemeni engelleyeceğini düşündün. Kovdun, duygularını sert bir duruşla. Bazen savaşın acımasızlığı ile “keskin” ve “acımasız” gibi görünebilir bir devrimci. Şairin bir sözü geldi aklına ” … bıraksın peşimizi, evinde ağlayanların gözyaşlarını, boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar…”
O günleri yeniden yaşayabilecek miydin? Bunu müthiş arzuluyordun ama olanaksızlığının bilinci de içini kemiriyordu. Yaşamı tekrarlamak… Bu mümkün değildi, biliyordun. Sevgilin ile gezip dolaştığın o yerlere yeniden gitsen bile aynı zevki alamayacaktın. Bunun için belki bilinçsizce ama yaşamın her anını anlamlı yaşamıştın. Hele o son günlerin…
O sabahın erken saatlerinde iki arkadaşınla birlikte evden çıkmıştın. Silahlarınızı son kez yokladınız. Motosiklete binip eylem yerine doğru hızla yol aldınız. Sevinçliydiniz. Önemli bir eylemi gerçekleştireceğinizi biliyordunuz. Eylemin yankısı dünyanın dört bir yanına uzanacak, yeryüzünün lanetlileri için umut olacaktı…
Aynada artık senin yüzün vardı. Parıltılarını yitirmiş mavi gözlerinin derinliklerinde tüm yaşamını okuyordun. Mutluydun. Sabahtan beri sıkıntılar içinde yattığını düşündün, kızdın kendine. Yemek sonrasının rehavetiyle karışmış bahar yorgunluğuydu belki. Ama sen sabahki ziyaretin garipliğine verdin. Suskunluk ve üzüntü sana ölümün yakınlığını hatırlatmıştı. Canını sıkan buydu. Kalktın. Seninle aynı “kader”i paylaşan ileriki hücreye seslendin:
-Sana da ziyarete geldi mi bu sabah?
-Evet, bir gariplik vardı ama anlayamadım.
-Tren kalkıyor mu dersin?
-Olabilir, bizimkiler çok üzgündüler. Gizledikleri, söylemek istemedikleri bir şeyler vardı.
-Ben de öyle bir şeyler sezdim.
-Öyle bir şeyler olsa avukat gelmez mi?
Sustunuz. Konuşacak çok şeyiniz vardı. Ama her seferinde böyle oluyordu. Bir iki lafla sınırlanır kalırdınız. Oysa birbirinize çok bağlı iki arkadaş, iki yoldaştınız. Ortak paylaştığınız ve sonuna kadar paylaşacağınız o kadar çok şey vardı ki… Yine de böyle uzaktan seslendiğinizde bir tutukluk ikinizi de alıp götürüyordu. Aylardır bir insanla yan yana konuşamamanın, birlikte yemek yiyememenin yabanıllığı sohbetlerinizi etkiliyordu. Duvarlar ağır ağır bilinçlerinizi şekillendiriyor; uzaklık, özlem ağır basıyordu. Kelime dağarcığınız daralmıştı. Böyle birkaç cümleden sonra ikiniz de kendi içinize dönüyordunuz.
Savaşı yine sessizlik kazanmıştı. Yaz sıcağı ve sessizlik iç içe girmiş, yoğunlaşmıştı. Sıcağın buharına dönüşen sessizlik sanki az sonra fırtınaya dönüşecekti. O duygu, ölüm duygusu. Yaşarken öldüremediğin duygu bir çelik mengene gibi yüreğini sıkmaya başladı. Her aklına geldiğinde için bir garip oluyordu. Boş ver demiştin de boş verebilir miydin? Onlarca, yüzlerce kez provasını yaptığın oyunu bir kez sahneye koyacaktın, her şey bitecekti. Heyecanlanıyordun. Oyunun hakkını verebilecek miydin? Buydu seni korkutan… Korku? Sahi neydi korku? Bugüne kadar tatmadığın bu duygu vücudunu esir almıştı. Bir gün okuduğun bir kitapta “Yalnız aptallar korkmaz” sözlerini görünce rahatlamıştın. Hissettiklerinin adı korkuydu ve sen onu terbiye etmeye çalışıyordun.
Neşeli ve canlı görünümünün düşman karşısındaki uzlaşmazlığının altındaki bu tedirginlik zaman zaman depreşiyor ve seni rahatsız ediyordu. Yıllar önce bu duyularla romanlarda, gazetelerde tanışmıştın. Aylar önce, daha bu hücreye kapatılmamışken şaka yapıyordun arkadaşlarınla ve bir gün karar okunmuş, alelacele kendini burada bulmuştun. Eşyaların bile diğer cezaevinden daha sonradan getirilmişti. İlk günler tam anlamıyordun ama arkadaşlarının şakasını yaptığı olay gerçekleşmeye yönelmişti. Düşünmüştün. Mücadeleye ilk başladığın günlerden beri ölüm senin yabancın değildi. Cellatların kol gezdiği bir ülkede, onların arasında dolaşıyordun. Yine de ölüm senin için bir olasılıktı. Şimdi o korkmadığın ölüm yanı başındaydı. Yüz yüzeydin. Bu kez ölüm serseri bir kurşun değildi. Ne bir sokak çatışmasının heyecanlı atmosferinde göğsünü delecek bir kurşun, ne de bir eylem sırasında yiyebileceğin bir kurşun vardı. İşkence tezgahlarında da ölmeyecektin. Ayakların falakada patladıktan sonra, kimse gelip kafana kurşun sıkmayacaktı. Bu kez ölüm damıtılarak geliyordu. Sen bunu her hissedişinde sarsılıyor, ölüm üzerine düşünüyor, kendi kendine tartışıyordun. Sana en çok garip gelen, ne zaman öleceğinin meçhul olmasıydı. Ölümün soğukluğunu hissederek yaşamak, ölüme bir dakika daha yaklaşırken bir olaya kahkaha atıp gülebilmek ya da karnının acıktığını hissetmek ve sonra tüm bunları oturup düşünmek ne garipti değil mi? Bir yandan her geçen dakika kendi ölümüne koşuyor, diğer yandan da insana özgü yaşama ait her şeyin özlemini çekiyor, çayın geç gelmesiyle bile rahatsız olabiliyordun. Yaşamın boş geçmemesi için vaktini değerlendiriyor, uykularından çalıyordun. Tüm güzellikler içini titretiyor, imgeleminde tekrar tekrar yaşıyor, yaşama ait en ince ayrıntıları bile gözden kaçırmamaya çalışıyordun. Bu telaşın niyeydi? Yarın okurum diye başucuna bıraktığın bir gazete sayfasını bir kez daha göremeyebileceğini biliyor muydun? Yarın karavanda tatlı gelecek diye düşündüğünde senin bu dünyayı çoktan terk etmiş olabileceğin aklına gelmiyor muydu? Sanki gideceğin yere daha bilgili, daha güçlü gidecektin. Bunun olmayacağını sen de biliyordun. Aklına ismini bir türlü telaffuz edemediğin, giyotin ile ölüme mahkum edilen o ünlü kimyager geliyordu. Neydi adı? Ha hatırladın: Lavoisier. Hikayesi her aklına gelişinde hayretlere kapılıyor, biraz da utanıyordun. Utanıyordun çünkü Lavoisier, ölümünden sonrasını bile bilime adamıştı. Bir çeşit organ bağışı gibi. Hayır, daha da öte bir şey. Bir daha asla denenmeyecek bir deney. Bir denek. Bu nasıl bir bilim aşkı? Karısı, çocukları yok muydu? “Onlar sana emanet” demiyor, yaşamında geride bıraktıklarına üzülmüyordu. Laboratuvarında deney yapıyordu adeta.
Oysa sen burada sadece mutlak ölümünün provasını yapıyordun. Ne yapmıştı Lavoisier? Ölümünü izlemeye gelecek Matematikçi arkadaşı Lagrange’ye “Kafam sepete düştükten sonra iki kez göz kırparsam, insan kafası kopartıldıktan sonra beyin bir süre daha çalışıyor demektir” dedi. Lavoisier’in kafası sepete düşmüş ve gülümsedikten sonra iki kez göz kırpmıştı. Bunu ilk öğrendiğinde hayretler içinde saygı duymuştun. Senin ölümünde bir kahramanlık olacaktı. O an bunun farkında değildin. Kahramanlar kitaplarda olmazdı. Kitaplar kahramanları yazardı.
Sen yaşamın yoğunluğunu arttırmak istiyordun. Her gece kapın açılabilir ve “Haydi vakit geldi” denebilirdi. Tersine bu bekleyiş aylarca, hatta yıllarca da sürebilirdi. Bu tür bir ölümde sana aylarca beklemek düşmüştü. Bekleyecektin. Bekleyecek ve gerektiği gibi ölecektin. Ölümün ciddiyetini ilk anladığında buna karar vermiştin. Korkuyordun. Kararını başarıyla uygulayabilecek miydin? Şimdi de bunun korkusunu duyuyordun.
Saatler süresince, bütün gece boyunca hazırlanıyordun. Ama bu sadece bir hazırlık! Tiyatro sahnesinde tek kişilik bir oyunun hazırlığı.
Söyleyeceğin her sözün, atacağın her adımın en ince ayrıntısına kadar provasını yapmıştın. Yine de bir yerde hata yaparım diye korkuyordun. Tek başına oynanan bir satranç maçı gibi rakibinin hamlelerini hem düşünüyor hem yapıyor böylece kendi pozisyonunu sürekli gözden geçiriyordun. Seni olası bir yanlışa, bir zafiyete sürükleyebilecek bütün kanalları tıkıyordun. Yine de korkuyordun! Bunu da zeki olmana bağlıyordun.
Ağır ağır voltalıyor, o sıcak yaz gününde düşüncelerine yoldaşlık ediyordun. Sabahki ziyaretin anlamı kafanı kurcalıyordu. O günün ziyaret günü olmadığını biliyordun. Böylesi bir görüşmenin ne anlama geleceği senin için açık değil miydi? Yine de bu açıklığı yüksek sesle düşünmek istemiyordun. ‘Avukat…’ diyordun. Öyle bir şey olsaydı avukat da gelmez miydi? Sabırsızlanıyordun. Sen hazırdın. “Haydi! Sandalyemi kendim tekmeleyeceğim, gelin” diyordun. Onlar gelmiyordu. Sinirleniyordun. Oysa biliyordun ki oyunun kuralı buydu. Sen hazır olurdun, onlar gelmezdi. Onlar gelirdi, seni tatlı düşüncelerinden koparırlardı. Bu oyun, bekleme sanatı üzerine kuruluydu. Bir eyleme giderken ki heyecan gibiydi. Sahne arkası çalışmalarında da sen böyle değil miydin? O halde neden sabırsızlanıyordun?
Devam edecek…