"Ellerinde meşaleler, ağızlarında marşlar, türküler vardı, yürüyorlar aynı koridorda."
Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan Ramazan Yukarıgöz ve Mehmet Kambur.
" Kafam sepete düştüğünde gözlerime bak..."
Bir varmış bir yokmuş bilemem. Çağ öncesi miydi, gerçek üstü müydü, gerçek miydi, onu da bilemem.
Daha sonraları adına tarihçilerin, "Eylül Zamanları" dedikleri karlı, soğuk bir kış gecesiydi. Dört çığlık yükseldi karanlığa doğru. Çatı oluğuna gizlenmiş dört beyaz güvercin uçtu. Ahırdaki hayvanlar huzursuzlandı, atlar kişnedi. Yıldızlar izledi bütün bu olanları. Ay karanlığa gömüldü. Yılanlar toprağa saklandı, karıncalar derin uykularından uyandı. Denizlerin, göllerin rengi bile değişti. Deprem öncesi huzursuzluk gibi dev enerji dalgaları oluştu uzayın sonsuz boşluğuna doğru. Akisleri büyüyen dev dalgalar... Çığlık hala dinmemiş, tan hala sökmemişti. Işığı sızdırmayan perdeleri sıkı sıkıya kapalı evlerin ocaklarına ateşler düştü, canlar yandı. Dumanlar bacalardan göğe yayıldı. Vakit gece ayazında dayandığında demir, gri hücre kapısı büyük bir gürültü ile açıldı.
Hücrede elleri kelepçeli yağız delikanlıya yazması için bir kalem, bir de kağıt tutuşturuldu ve acele etmesi söylendi.
Hücredeki adam, uyarılara aldırmadan kargacık burgacık yazmaya başladı.
Aylardır yalnızdı. Şimdi askerlerle doluydu hücresi. Garipsedi, bu kalabalık adamı değerli kılıyordu. " Demek vakit geldi, demek izleyicileri bunlar" diye düşündü. O, aylarca bazen ürkek bir serçe, ama hep aslanlar gibi beklediği o an gelmişti. O an, orada bulunan herkes onun içindi. Adam bu değeri fark etti.
“Şimdi oyunumu daha iyi oynamalıyım” diye zihninde geçirdi. Fısıltılı konuşmalar, koşuşturmalar, telsizle verilen emirler, 13 /1 talimatnamesi:
" Her tutuklu rütbesiz askerdir.
Askerler komutandır.
Askerlere komutanım denilecektir,
her tutuklu tek tip elbise giyecektir,
komutanım, diyecektir..."
Adam, "komutanım" demedi, tek tip elbise(TTE) giymedi. "Disiplin" suçu işledi. İdam cezası aldı şimdi içi dolu hücredeydi. Aylarca, "insanlık onuru işkenceyi yenecek" dedi. Açlık grevi yaptı, ölümü beklerken bir de. Direndi, "hayır" dedi bütün yaptırımlara... İçeride" hayır" demek "dik" durmaktı, dik. Dik durmak, insanı insan yapan omurgaydı. Adam iyi adamdı. Kafese kapatılmış aslan gibiydi. Şimdi askerler hücresindeydi ve adama bakıyorlardı, adama. Rütbeliler, işkenceci subaylar, emir bekleyen askerler meraklı gözlerle elleri kelepçeli adama bakıyorlardı. Şu karşılarında duran adam, acaba korkuyor muydu? Az sonra ölecekti! Ölmek onlar için yaşlanıp yatakta ölmekti. Böyle bir ölümü hak edecek bir şey yapmamışlar ki. Yalnız, omurgasızlar ihtiyarlarlardı. İhtiyarlık şairin dediği gibi “kendinden başkasını düşünmemekti". Şimdi karşılarında duran genç adama soran gözlerle bakıyorlardı:
“Korkmuyor olamazdı. Korkmalıydı. Korkmaz mı canım? Ölecek az sonra. Öyle slogan atıp, işkencede direnmeye benzemezdi ölmek. Yaşamak umuduyla uzun mahpusluk yatmaya da benzemezdi. Hasret çekmeye, görüşsüz görüş günlerinde hayal kurmayada benzemezdi ölmek..." ve daha birçok şey sordular kendi kendilerine. Şaşkın bakışları, adamın rahat duruşuyla hayranlığı dönüşüyordu. Pişmanlık duymuyordu adam. Ölecekti ve pişman değildi. Bu ancak filmlerde olurdu. Ya da kahramanlık hikayelerinde. Bu adam film mi çeviriyordu, yoksa kahraman mıydı? Göremiyorlardı. Adam film çevirmiyordu. Tersine adamın filmleri (çevrildi) çevrilecekti. Adam bir kahramandı, göremiyorlardı.
Yazık kahramanlara ihtiyaç duyan insanlara! Yazık, kahramanları yalnız bırakanlara, yazık...
Adam, kahraman olmak istemiyordu. Ama yaşamı boyunca: "yoksuların, ezilenlerin kurtuluşu için beni kahraman yapacaklarsa kahraman olmaya razıyım" diye düşündü.
Adam düşüncelerini topluyor, geride kalanlarına o an ki duygularını yazıyordu:
"Sevgili ailem... Pişman değilim... Sizleri seviyorum... Üzülmeyin..."
Omuzu kalabalık bir subay, emir erine :
"Söyle acele etsin, on dakikası var!" diyordu. "Acele etmek" ne demekti? On dakika! Tarihte böyle bir zamanda belki de hiç bu kadar "anlamlı" emir verilmemişti. On dakikalık yaşam zamanı, neyin gecikmesiydi? Ölmeye yatmak ne menem birşey miş meğer. Darağacı acele ediyordu, acelesi vardı cehennem zebanilerinin. Acele etmek?! Kim acele ediyordu? Cellatlar mı? Adam mı? Bir satır fazla yazmak, bir kaç saniye daha fazla yaşamak anlamına geliyordu. Birkaç saniye daha yaşamanın ne sakıncası olabilirdi? Susamışlardı, daha fazla kan, acıkmışlardı daha çok can istiyorlardı.
O anki duygularını son mektubunun son satırında sen, şöyle ifade edecektin:
" acele ediyorlar, uzun yazacaktım ama kısa oldu..."
Hani otobüsün kalkmak üzeredir. Yada trene yetişmek istersin, acelen vardır. Trenin son vagonunu, son kapısını kaçırmak istemezsin. Yoksa tren kalkacak! Vedalaşırsın hızlı hızlı "hadi, hadi, çabuk" der gibi: "hadi, hadi soran bütün dost va akrabalara selamlar, hepinizi öpüyorum. Tamam tamam, hadi üzülmeyin. Birgün döneceğim, sizleri unutmayacağım. Gitmem lazım şimdi. Acele ediyorlar, tren ıstasyonda, bekliyorlar..." der gibi acele etmek!?
"Uzun yazacaktım". Uzun yazmak, doğduğu günden bu yana belki, belki bilinçli hayatında şekillenen dünya görüşünü, hayata, insanlara, ağaçlara kuşlara sevgini anlatacaktı. Belki siyasi savunma yapacaktı. "Haklıyız, kazanacağız. Sizler beni öldürebilirsiniz ama düşüncelerimi asla yenemezsiniz..." diyecekti. Olamaz mıydı? Ölmek üzere, öldürülmek üzere olan birini son söz, son istek hakkı vardı ve bu hak kutsaldı.
Bir dakika geç öldürmek, bir dakika yaşamak demekti. Bir dakika daha fazla yaşamayı düşünmek nasıl bir duyguydu? Bu duyguyu tadan bir insan olmuş muydu? Altmış saniye sonra ölmek ve bunu bilmek yinede geride kalanlara bir ses, bir cümle bırakmak:
“Sevgili ve değerli aileme,
... Acele ediyorlar, kısa oldu... Sizi hep seven, oğlunuz ve abiniz. Erdoğan Yazgan.”
Aslında vakti olmayanlar, uzun yazardı. Adamın hem vakti yoktu hem de kısa yazdı. Zor olanı başardı ölüm çağırdığında. Öz yazdı. Geriye bir manifesto bıraktı.
Siren sesleri, telsiz sinyallerine karışıyordu. Tan henüz sökmemişti. Yağmur yağıyor muydu, sokaklar ıslak mıydı, bilinmezdi. Ama insanlar sinmiş, sessiz fısıltı ile konuştukları, konuşurken sağına soluna baktıkları, iki kişinin yan yana yürümesinin yasak olduğu işte o 'Eylül Dönemi'ydi. Mahallelerin caddelerini, caddelerin sokaklarını sokakta bıraktığı bir dönem. Sokak hayvanların bile kuyruklarını saklayarak disipline oldukları bir dönem...
Şehrin sokaklarında ilerleyen bir cip, elinde telsiz bir subay, sinyaller gönderiyor uzayın sonsuz boşluğuna:
" komutanım varmak üzereyiz".
Nereye varacaktı? Ne haberi götürüyordu tan sökmeden?
Haber ağır ve kötüydü. Tez gidiyordu adamın evine.
Karanlığa yükselen o dört çığlık, zil sesine dönüştü. Zil, evin içinde yankılandı. Genç kızlığa adım atmamış, henüz çocuk Fatma, duyuyor zil sesini. Anne, baba, kardeşler bütün aile huzursuzdu günlerdir. Oğulları, evlerinin ulu çınarı, delikanlısı, vücutlarının en kutsal parçası ölümle cezalandırılmıştı. Hep bu zil sesini bekliyorlardı. Bu zil genellikle tan sökerken çalardı. Fatma korku, heyecanla babasını uyandırdı. Baba yaşlı, baba kirli sakallı, aylardır perişan. Anne kocasına baktı, kocası sesin geldiği yere. Sonra yüz yüze geldiler. Baba pijamasının üzerine palto aldı. Titreyen yüreği, hızlanan nefesi ve yitip bitmeyen korkusuyla merdivenden indi. Fatma çocuk. Onun da atıyordu yüreği pır pır. Henüz algılayamadığı süreci kavramaya çalışıyordu. Beline kadar sarkmış merdivenlerden aşağı bakıyordu. Kapı açık, baba sokakta. Telsiz sinyalleri geliyordu sessizliğin içinde. Bir fısıltı duydu Fatma. "Başınız sağ olsun", bunun anlamını biliyordu Fatma. Çok geçmedi zaten, düştü düşecek baba, zor çıktı merdivenleri. Fatma babasının yüzüne bakıyor, olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. O güne dek hiç babasını böyle bedbaht, böylesine yorgun görmemişti. Fatma çocuktu ama anlamıştı. Her kız çocuğu gibi o da abisine düşkündü. Her gün gelmesini beklediği o kara haber çığlıklara, çığlıklar zılgıtlara dönüşmüştü. Ama gene de Fatma, inanmak istemiyordu. Hani inanamazsınız ya bir habere, sorarsınız defalarca. Fakat subayın, " başınız sağ olsun" cümlesi hala kulaklarındaydı.
"... eğer iki kere göz kırparsam insanın başı koptuktan sonra da beyni hala çalışıyor demektir..."
Adam, kalemi bıraktı. Mektubu zarfa koyamadan iki asker koluna girdi. Koridorda o, uzun yürüyüş saati gelmişti. Kafasını çevirdi son kez masada bıraktığı mektubuna baktı. Kardeşi Fatma geldi aklına. Bir kaç cümle daha yazmak istedi.
" Bir dakika. Bir dakika daha " dedi. Masaya geri dönmek istedi. Kolundaki askerler ayaklarını yerden kesti.
" Ah ölüm, zulüm, ölüm. Neden hemen öldürüyorlar, neden? diye sordu. İçine bir ağrı çökerken. Bu idam cezasının caydırıcılık tarafıydı. Ağulardan süzülülüp bütün hücrelerine damıtılarak verilirdi. Kızmıştı, yüzüne mağrur bir ifade kondurarak yürümeye başladı. Başı dikleştirdi. Omzunu geri attı. Bakışlarını ileriye dikti. Sağlı sollu askerler dizilmişti koridorda. Daha öncede yürümüştü bu koridorda. Çok dayak yemiş, çok işkence görmüştü bu koridorda. Sabah sayımlarında bazen bu koridora çıkartırlardı adamı. Kıç falakasını ilk kez bu koridorda tatmıştı. Ömründe bu kadar acı çekmemişti. Koridorla ilgili çok anısı vardı. Bir de küçük kırık aynası. Issız, sessiz hücresinde aylardır yalnızdı. Bir ses, bir nefes duyduğunda hemen kapıya koşar, kapı altına tuttuğu aynayla koridora bakardı. Görüntü aynaya yansıdığında, ilk, adam haber verirdi koridora:
"arkadaşlar mektuuup!" Bir canlılık yayılırdı koridora. Hücrelerde ölü toprağı kalkar, heyecan artardı. Mektup bir beklentiydi. Mektup dışa açılan bir pencere, bir umuttu. Hücre duvarlarını yıkan, demirleri büken bir kuvvetti mektup. Gelince iyiydi de gelmeyince "koma" ya sokardı insanı. Şimdi o hücrede ölesiye merak ettiği koridordaydı. Hep bu koridorda uzun volta atmak isterdi. Şimdi koridordaydı. Ve yaşamının sununa doğru voltalıyordu.
Mahşer yeriydi koridor. Tören alayı, sağa sola dizilmiş askerler... Sivil kıyafetli görevliler, telsiz sinyalleri... bütün bu tören adam içindi, adam. Günlerdir kurguladığı oyunu sahneye koymuştu. Ve iyi oynuyordu. Tuvaletini bile yapmıştı “korkudan altına sıçtı” demesinler diye... Güzel kıyafetlerini giymişti. Devrim marşları geliyordu aklına.
"Fırsat bulursam celladın yüzüne okkalı bir tükürük savururum, belki de bir yumruk. Yok yok öyle yapmamalıyım. Korkuyor, ölmek istemiyor, derler. Belki bir kaç söz. Birkaç slogan atarım..."
Aklına çok şey geliyordu yapması gereken. Coşkulu türküler dinlemek ya da içinde sevda sözleri bulunan bir şarkı. Şarkının etkisi ile o koridorda yürümek istiyordu. Hani müzik dinleriz, dans ederiz, coşarız, ruhumuz sskınleşir, işte öyle bir zaman olsun istiyordu. Ölüme giderken koridorda Çav Bella şarkısı çalsın istiyordu:
"... Eğer ölürsem ben partizanca
Çav bella, çav bella, çav bella, çav, çav, çav
Sen gömmelisin ellerinle beni
Ellerinle toprağına
Sen gömmelisin ellerinle beni
Ellerinle toprağına..."
Sonra birden aklına Neşet Ertaş geldi. Neşat Ertaş, yürek yarasıydı.
"Hep Sen Mi Ağladın Hep Senmi Yandın,
Bende Gülemedim Yalan Dünyada
Sen Beni Gönlümce Mutlumu Sandın
Ömrümü Boş Yere Çalan Dünyada"
Senin ömrün çalınmamıştı. Sen ömrünü çalanlara kafa tutmuştun, onlarda seni tuttular. Ama bu türküyü hatırladıkça hep ilk gençlik yıllarında sevdalandığın kızı gelirdi yüreğine konardı, duygulanırdın. Şimdide duygulandın. Avazın çıktığı kadar bağırmak istedin:
" türküler ile asın beni ulaaaan! "
Hücresinde, hep ölümü böyle kurgulamıştı. Zafer kazanmış bir komutan gibi, marşlarla yürüyecekti darağacına. Kafasındaki seneryoya ne kadar sadık kalmak istese onlar, izin vermiyorlardı. Sefil, onur kırıcı biçimde ölmesini istiyorlardı. Yalvarmasını, af dilemesini istiyorlardı. Bu onların senaryosuydu. O, her hamlesi ile bunu bozuyordu. Çok iyi hazırlanmıştı. İmgeleminde defalarca provasını yapmış hazır, bekliyordu ama hiç birşey istediği gibi olmuyordu.
" hadi gelin" diyordu. "Gelin ulan gelin, korkmuyorum" diyordu ama onlar gelmiyorlardı. Sinir bozucu olan da buydu. Ne zaman geleceği belli olmayan mutlak bir ölüm. Her gün santim santim, saniye saniye yaklaşan bir ölüm. Bu, devletin cinayet işleme biçimiydi. İyi bir savaşçı bunu bilmeliydi. Tilki uykusuna yatıp beklemeliydi Samuraylar gibi. Gene de korkuyordu. Bazen korkusu korkutuyordu. O hazırlıksız, zayıf anında gelirlerse? Zafiyet gösterirse. En büyük endişesi buydu. Daha sonraları korkmak üzerine düşündü, okudu. Korkusunun nedenlerini araştırdı. Okuduğu bir romanda bir söz ile rahatlatmıştı.
"Yalnız aptallar korkmaz!" Bir formülü çözmüş gibi rahatladı. Belki inançlı olsaydı korkmazdı. Öldükten sonra dirilmek yaşamın devamını düşünmek mutlak bir güçtü ölüm karşısında. Bazen bu güce erişmek istiyordu ama erişemiyordu. Aklı, düşünceleri ölümü bilimsel olarak çözmüştü. Toprak olmak, karıncalara yem olmak doğanın döngüsüydü. Bu olağandı ama insanın içini aydınlatan, rahatlatan bir fikir değildi. Bütün bu düşünce aforizmaları omuzlarına yükleniyordu. Aklı yüreğine cesaret pompalıyordu. Cesaret oyununu iyi sergilemenin mihenk taşıydı. Aksi halde "ölünü" sürükleyerek götürürlerdi darağacına.
Zor bir ölümdü seninkisi. Siyasi yaşam biçiminin zorunlu duraklarında biriydi. Hayat trenin senin durağına gelmişti. Layığıyla yerine getirecektin. Sen de öyle yaptın. Aklına, sana cesaret veren, ölümü anlamlı kılan ortaçağ da yaşamış bir bilim adamı Lavoisier geldi.
"Kimya biliminin dehası Lavoisier' in, asıl eğitimi hukuktu ve Paris Barosu'na kayıtlı bir avukattı. Bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları nedeniyle bütün dünyada ün kazanmıştı. Kimya bilimini reddeden yobazları gösterip, "Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz" dediği için tutuklandı. Aynı gün yargılanıp, giyotinle ölüme mahkûm edildi. Lavoisier; matematikçi Lagrange' i çağırdı ve "kafam sepete düştüğünde gözlerime bak. Eğer iki kere göz kırparsam; insanın kafası kesildikten sonra bir süre daha beyin düşünmeye devam etmekte demektir" dedi. Lavoisier' in kafası kesildi, sepete düştü ve gülerek iki kere göz kırptı.
Matematikçi Lagrange diyor ki;
"Lavoisier' in son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Ama o yobaz kafalar asırlarca karanlıkta sürünecekler, insanlığı da süründürecekler".
O gece yalnız değildin. " Ömrüne doyamamış üç dağ parşası", " yar göğsüne baş koymamış" üç aslan:
Mehmet Kanbur,
Ömer Yazgan,
Ramazan Yukarıgöz... Ellerinde meşaleler, ağızlarında marşlar, türküler vardı, yürüyorlar aynı koridorda. Aynı sehpaya çıktılar. Aynı andı içtiler. Ağızlarında sav sözler:
"acele et acele, daha üç kişi var asılacak"
Acele ile manifestolarını yazdılar. Ve cellatlarına fırsat vermeden kendileri tekmelediler sehpalarını
Sevgili okurlar işte sizlere bir hikaye. Darağacında dört fidan! Artık biliyorsunuz. İster kerevetinize oturun, kahvelerinizi için. İster kerevetinize oturup kahvelerinizi içerken torununuzu çağırıp: bir varmış, bir yokmuş, bilemem, diye hikayeyi anlatmaya başlayın. Onları bilip yazmamak, görüp anlatmamak, dağlara, kuşlara söylememek "dilsiz şeytan" olmaktır.
Özür dilerim.
Beni affedin.
Sizleri seviyorum.
Teşekkür ederim
Net Haber Ajansı Tavsiye Formu
Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin