Yaşı bilinmeyen anılar vardır. Unutmak vardır, unutmanın yaşı bilinmez ama vardır.
Sezai Sarıoğlu
Hatırlamak yaşı bilinmeyen bir zamanın içinde nedenli nedensiz varmaktır. Varmasak da vara yoğa hatırlayarak bakmaktır. Anlatmak vardır; yarıdan çoğu unutmak olan. Harfleri, sözcükleri alıp götüren unutmak vardır...
Onlar “anlat” dedikçe taşlar geçiyordu dilimin içinden. Onlar dedimse bizim mahallenin çocukları işte. Saat takmayan ama zamana rağmen zamanı bilen taşlar. Yokuş hikâyeler vardır, anlatılır. Cümle bazen ağızdan kaçardı, “Size hapishane ısmarlayayım!” cümleme konup mekan tutmuşlardı. Yaşını bilmediğim bir hikâyenin önündeydim. Yolda tanımadık bir kuşa rastladık. Nedensiz öterek hikâyesini anlatan bir kuşa. Konmak da uçmak da alışkanlık yapmasın diye ağaçtaki kuşların yerini değiştirdim. Gençler, hikâyeme merak olurken, kuşları havadan sudan konuşurlarken gördüm. Kuşla göz arasında, içimden birkaç anı çıkarıp hohlayıp parlatıp tekrar içime attım. İnsan gibi bakan kuşların gözü önünde oluyordu bunlar. Biraz İleride kedinin ağzındaki güvercinin kediye söylediği son sözleri duyan yoktu. Gökyüzünün imlasını bozan bir martı ağzındaki balığı denize düşürdü ama söylenerek geri aldı ve sustu. Sesini denizde unutmuştu...
Onlar “anlat” dedikçe, insanların dinlemediği şeylere benzediklerini düşünüyordum. İnsan, en çok unuttuklarına benzerdi. Bütün bunlar biz hikâye mahalline yürürken oluyordu. F'ye kadar hapishane vardı, yatılırdı. Harften harfe kaçılırdı. Ayaklar kanatlanır volta atılırdı. Uzaktan bakıp yakından, dışarıdan bakıp içeriden gördüğüm can çekişen taşlar vardı. Sanki yüz yıl yürüyüp kapıya varmıştık. Kapıdaki görevli genç güzel gülmüyordu, bilmiyorduk. Kapı açılır ve de kapanırdı. Cümle kapısını geçip durdum. Dilime hikâyemin sözcüklerini çağırdım. Dilimin ucuna konmalarına şaştım. Durdum. Anlatmaya başlayacaktım ki yoklardı. Ben içeride onlar dışarıda kalmıştı. Kimsesizdim. Aramıza kapı girmişti. Uçan bir kuşun gölgesi ayaklarımın dibinde de uçunca yalnız olduğumu anladım. Başka gölge yoktu, Diyojen bir kaç yüz metre ötede gölgesine İskender'i soruyordu.
Onlar yoktu, ben vardım. Hikâyeci içeride dinleyecekler dışarıda kalmıştı. Sözcüklerin ayağı kayıp hikâyem düşmesin diye dilimi tutup el salladım. El, hem çağırır hem de uzaklaştırırdı. Sadece bakışları vardı. Ben hep içerideydim onlar hep dışarıda. Taşlar yanımda ayaktaydı. El ele tutuşan taşlardan oluşan duvar vardı. Aklıma söz vermiştim, kalbim onaylamıştı, anlatacaktım ama dilimi nereye bağlasam nereye saklasamdı.
Hikayem git, demiş gitmiştim. “Ben içeride kaldım, sizden başka kimsem yok” diyecek oldum. Dilim içeride hikâyem dışarıda kalmıştı. Dışarı hep vardı, insan unutmaktan da yapılırdı. İçeride unutulmuştum; bu zindanda mahpuslar “unutulurdu.” Devleti cebinde taşıyan gardiyan zindanın anahtarını evinde unuturdu. Cümle kurulmak için vardı. Onlar cümleten susunca “İçeri girelim ki hikâyeleri anlatmaya başlayayım” dedim. Zindanda yatılırdı, ama nasıl anlatılırdı? Neden mi sonuç mu olup olmadığını bilemediğimiz çocuk, çocuk dedimse Che kolyeli genç, genç dedimse zindan giriş kolu başkanı genç, bir içeriye, bir dışarıya bakıp sustu. Tarihin ironisiydi Bilet Kolu Başkanı genç Che kolyesi taşıyordu. İnsan böyleydi, bazı zamanlar susulurdu. Susanlardan şüphelenme huyum vardı. “Aç kapıyı” diyecek oldum. İçerisi bizi, bizi onun cümlesini bekliyorduk içeri ile dışarı arasındaki eşikte.
Sonunda dilindeki zincirleri şakırdatarak ağzındaki “baklayı” çıkardı. “Amca, zindana giriş iki lira!” Cümleyi uzaklaştırmak için ayağımla yere vurdum ama dünya uzaklaştı. Cevap sırası bendeydi. Cümlemin boyu hikayemde uzundu:
“Ama biz burada bedava yatmıştık?”