"Kısacası Türkiye'de bütün sanatlarda hinoğluhince 'sanat şahsi ve muhteremdir' depolitizasyonu yaşanırken 'Yılmaz Güney Olayı' gibi olgular ve gerçekler önemli geliyor bana..."
Sezai Sarıoğlu
DEVRİM'İN "SİNEMA KOLU BAŞKANI" YILMAZ GÜNEY
(Bir portre denemesi için bir kaç detay...)
"Özellikle yabancı sinema yazarlarının kimisi Y. Güney'in filmlerini 'Yeni gerçekçi' olarak, kimisi 'Şiirsel Gerçekçi' olarak, kimisi de 'Siyasal Sinema' olarak görmüşlerdir. Bence bu üç çatal saptama da birleştirilirse Y. Güney'in 'sinemasal doğru'su biraz daha yakalanabilirdi gibime geliyor." (Ece Ayhan)
Aktör, senarist, yazar, yönetmen, devrimci Yılmaz Güney'den söz etmek, tarihin ve bu tarih içinde onu biçimlendiren değişik dönemlerden de söz etmektir. Ne var ki bir üst anlam olarak temel özelliği, onun sinemada ve siyasette "efsane" oluşudur. Cemal Süreya "Ün ve Efsane" yazısında Güney'in hapse girişiyle "tam bir efsaneleşme sürecine girdiğini" yazar. Hapishaneden kaçış, yurtdışındaki sürgün yaşamı ve sürgünde ölümüyle Güney artık efsanedir. "Efsane" bahsini Güney ile ilişkilendirelim:
"(…) Mazlum olmamış, ya da kendisine mazlumluk yakıştırılmamış kişi halkın gönlünde kolay kolay mitolojik değer kazanamıyor. Zulüm görecek o kişi, savaşırken hiç değilse ‘ayağı sürçecek’, yenilecek, unutturulmaya çalışılacak. Anadolu halkı ezilmemiş kimselere, fatihlere, hükümdarlara, iktidar sahiplerine saygı duymamış, onları yüceltmemiş değildir. Ama efsaneleştirdiği, içten bağlandığı bireyler hep ‘siyaset meydanı’na götürülen, gerilere atılan, zulme uğrayan bireylerden çıkmıştır. Halk öykülerinde ilk düğüm bir haksızlıkla atılır. (…)"
Güney'in "olay" olması siyasal-sanatsal duruşu yanısıra kişisel özellikleriyle de ilgilidir. Onun siyasal-sinemasal bir "fenomen" oluşunun, sosyalist kimliğinin dışına taşırılıp salt "lumpen" olarak algılanarak şehir efsaneleri üretilmesi sistem içi bir algıdır. Onun mazlumdan yana "kabadayı" geleneği içinde de kişiliğini oluşturduğu hakikattir ve eleştiriden muaf değildir. Klişe bir devrimci, sinemacı olmayışı, kabuğuna sığmayan "olay adam" olması devrimci kişiliğinde de içkindir.
Cemal Süreya'nın, Can Yücel için yazdığı bir şiirdeki, "... Bu küçük Can’da bütün suçları üstlenme duygusu yarattı. Hatta suç arama." saptama ile Güney'in "olay" kişiliği arasında bağ kurmak mümkün olabilir. Olay olmadığı zamanlarda bile "olay" yaratma özelliği, olayı, suçu arayıp bulması "kişisel!" özelliklerinin yanı sıra devrimin zaten bir olay/hadise olma gerçeğiyle de bağlantılıdır. Tabancanın "kirine" tiryakidir ve elbette "kabadayıdır." Ama bu, -mecazi olarak söylersek- onun ilk ve son tahlilde "zarını" sosyalizm ve devrim için attığı gerçeğini değiştirmez. Cemal Süreya'nın efsane figürlerine atfettiği "Ama içinde o özlemin karşılığını taşımayan şey efsane değeri kazanamaz. (…) Mazlumluk (ezilmişlik), haklılık, haklılığın kitlenin hak anlayışıyla birleşmesi, bir de gözü peklik." saptamasını onun ataklığı, gözüpekliği ile de ilişkilendirebiliriz...
Bir de "çirkinlik" meselesi var elbette... Bu noktada, imgede ihtimal ve ihtilal çok diyerek şiirlerle savunmamızı yapabiliriz. Bana Yılmaz Güney'i üç dizeyle özetleme cezası verilse Can Yücel'in "Estetik" şiirini yürürlüğe sokardım:
"Aslında çirkin değilsin sen
Çirkin görünmek istiyorsun
Güzelliği tarif için."
Can Yücel yazıya konuk olunca Y. Güney ile ilgili yazdığı "Yukardalar" şiirini paylaşmamak devrime zarar:
"12 Mart’tan sonra İstanbul’un ev ev arandığı gece/ Yılmaz, Mahir’lerle Ulaş’ları saklandıkları yerden/ Arabasına bindirip Levent’e evine götürür./ Polis barikatlarından yaşa çirkin kral ünlemleriyle/ Az sonra kapı vurulur, bir komiser on silah endazıyla/ Girer içeri Yılmaz kapı ağzındadır./ Komser 'ihbar aldık, Mahirle arkadaşlarını/ Burda saklıyormuşsunuz' der./ Yılmaz da Yılmaz’ca gülüp eliyle çatı katını göstererek/ ”Yukardalar” deyince,/ Komser de kahkahayı basıp avenesiyle basıp gider./ Yılmaz gerçekten o anda yukardadır./ Yoldaşlarıyla Devrim Tarihimizin çatıkatında." (Yardım yataklık, dayanışma deyince aklıma, Safiye Ayla'nın Y. Güney üzerinden sosyalistlere yaptığı maddi-manevi yardım geliyor aklıma...)
Onun siyasal-sanatsal portresini tamamlayan bir başka saptama ise Ece Ayhan'a aittir: "Ve sinemanın uzağında bir adam olarak (...) biraz ileri giderek, Y. Güney olayını tarihte daha belirgin kılmak adına kendisine (...) Nâzım Hikmet'in Türk sinemasındaki bir karşılığıdır diyorum. Kısacası Türkiye'de bütün sanatlarda hinoğluhince 'sanat şahsi ve muhteremdir' depolitizasyonu yaşanırken 'Yılmaz Güney Olayı' gibi olgular ve gerçekler önemli geliyor bana..."
Her benzetmenin sorun da içerdiğini bilerek şöyle söyleyebiliriz: Nâzım Hikmet nasıl tek başına bir "okul" ise, kitleler Nâzım'ın şiirleri üzerinden de sosyalist olmuşlarsa, yüzlerce insan, yüzlerce adli mahkum hapishanelerde Güney'i "rol model" alarak devrimci olmuştur. Dostoyevski, Büyük Rus edebiyatı için, Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık" demişti. Bu cümlenin hem imasından ve imgesinden hem de hakikatinden el alıp mecaza sığınarak söylersem; paltosundan çıktığımız Nâzım Hikmet devrimin ve sosyalizmin "Şiir Kolu Başkanı" ise, Yılmaz Güney de "Sinema Kolu Başkanı'dır."
Sinemaya gitmeye on üç yaşlarında kavgalı-dövüşlü filmlerin gösterildiği "fukara" sinemalarında başlayan, Adana'nın lüks Galatasaray Sineması'na gitmeye korkan, "Arkadaş" sözcüğüne film ismi olmanın ötesinde yeni bir bağlam, anlam kazandıran bir Kürt çocuğun, öldükten sonra da zalimlere inat, mazlum halkların bilincinde yaşamasının hikâyesi şu cümlede gizlidir:
"Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse de, ‘kaybettikten sonra da’, koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi. ‘Vurulduktan sonra da’ bir süre uçan bir kuş. Halk onu, alır, can kafesinin içine sokar, orda besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane. Ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir. Efsanemiz ise başkalarının yazgısında…” (Cemal Süreya)