Kısa yaşadı ama uzun bir hikâye bıraktı sevenlerine...
SEZAİ SARIOĞLU
Hopa’nın P’anç’ol köyünde 7 Kasım 1971’de doğdu. Nüfusa 10 Mayıs 1972 yazıldı. İki kez doğum günü kutlayanlardan… Çocukluğu “Kemençeci Yaşar”ın kulağına çaldığı ezgilerle geçti. Babası, Hopa’da bakkal ve berber Cavit Koyuncu… Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunda partililerle tanışıp sempatizan olan, dükkanını öğrencilerin kitap-gazete okuma yeri haline getiren, 12 Eylül’de
Erzurum’da 6 ay hapis yatan babasından okuma kültürü aldı… Devrim için evden kaçan çocukların koştura koştura eve/ sisteme dönerek okumaları ziyan ettiği dönemde o “Bunca okumamaya nasıl vakit bulabiliyorsunuz!” diye sitem ederek okudu, çok okudu. Dünyayı yorumlamak ve değiştirmek için okudu… Şair olamadıysa da Şair Ceketli Çocuk olarak tarihe kayıtlandı.
Yeşilistanlı… Artvin ve Hopalı olma şansı… 12 Eylül öncesi, devrim kırmızısı siyasi sloganlarla tanıştı. Duvarlardaki devrim yazılarını heceledi, ağabeylerin, ablaların attıkları sloganları içinden-dışından tekrarladı. Gel zaman git zaman, alıntılarla büyüyerek Aleyhistanlı oldu… Tulumun sesini duyduğunda yumuşayan ninesinin Lazca masalları ile büyüdü. Bilinçaltında masalları, türküleri gizledi. Önce babasının aldığı mandolin… Sonra Almanya’dan gelen gitar…
Dili dışarıda çocuk.“Denizde karartı var/ Şu gelen kayık midur” şarkısını içinden “kayık” yerine “devrim” diyerek okudu. Şarkılarını Laz fıkrası sananlara, “dilde zorla iskan olmayacağını”, dilin resmi tarihlerden uzun süreceğini ısrar ve inatla anlattı… Dilini ve şarkılarını geriye çekmedi. Dili bir karış devrim çocuk…
Trabzonsporlu... Bu tutku onun Aşil topuğu, zayıf yanı. Heyecanı… Tarihe şerh düşelim; Trabzonlular da Trabzonsporlular da onu hak edemedi. Bu hak etme hikayesi belki de devrime kaldı. Hep ceza sahasına girdi, diliyle şut attı. Bir aşk çekti ama karşı ki milliyetçiler/ırkçılar yıkılmadı. Şimdilik… Bir Trabzonspor şarkısı yazmak istediyse de “sanculu künlerune” rast geldi. Rivayet muhtelif; ona göre Lazlar futbol oynamaya başladığında horonun güzelliği, dağların soluğu, Fırtına Deresi’nin koşturarak akışı devreye girer… “Bu sene olmadı bir dahaki sene kesin şampiyonuz. Ben göremem ama...” demişti bir keresinde. Emdiği dil burnundan getirilen biri olarak “Devrim yine seneye, bir başka bahara kaldı!”, diye takılırdım ona… Gülerdi… Güzel gülerdi.
Can Yücel gibi söylersek, “heyli can, hayli can” çocuk… Horon vurur gibi şarkı söylemek, belki de onun sırrı buydu. Devrim bir horon tepmek işidir zaten. Şarkılarının özeti; devrim, aşk ve doğaydı…
Günün birinde o da her sosyalist, her muhalif gibi polise düştü. Polisin biri herkese yapılan numarayı ona da yaptı, “Biz her şeyi biliyoruz ama bir de senden dinleyelim” dedi. Sesini çıkarmadı, dilini geriye, en geriye çekti. Üniversiteliydi siyasi şubede sorgudaydı. Bunun üzerine bir başka sorgucu, Lazca, “Seninle Lazca konuşalım, daha iyi anlaşırız” diye ağzından laf almaya çalışınca, bilinçaltındaki Lazca birden bilinç üstüne çıktı. Şaşırdı. Dilini iyice geriye çekti. Ama tarihin ironisi şu ki, Lazcayı polis sayesinde biraz daha ilerletti.
Viya çocuk… “Viya”, Karadeniz dalgalarında yüzükoyun kendini suyun akışına bırakarak yüzmek, kaymak demektir… Bir tür su/deniz oyunu… Kazım, ömrü boyunca devrim viyası yaptı sularda, şarkılarda… Devrime varmak için, viya, vira, viva diyerek kendini saldı sulara… Viya çocuk… Karadenizli olup da “viya” yapmayan çocuk yoktur. Gözü ve gönlü pek çocuk… Yüzme bilmeden viya yapanlardan. Sahil yolu yağmasıyla denizin bitirilmesine isyan etti. Denizi, viya’yı, viva’yı geri istedi. “Viya” şarkısı tüm öfkesinin özetidir.
Viva çocuk… Devrimci çocuk… O; “Hayatım boyunca rockçılık ve devrimcilik neyi gerektiriyorsa ona göre yaşadım” diyorsa bize “yakışır” demek düşer. Devrimciliği, şarkıları, türküleri üstüne başına yakıştırdı.
Sol duyu çocuk… O,“Müzisyenim, ondan sonra Karadenizliyim, ama hepsinden önce bir devrimciyim” diyorsa bize, iki, üç daha fazla yakışır demek düşer… Onun için, “Karadeniz’in hırçın bir dalgası” dendi, doğrudur. Biz devrimciyi de ekleyelim. Popülarite onu hep rahatsız etti. Bizim mahallenin çocuğu olmayı unutmadı, mahalleyi terk edip devlet mahallesine taşınmadı.
Kıbrıslı şair Mehmet Yaşın’ın, “Duvarları aşabilene derler sevgili/ Ama ne eksik ne fazla iken uçamazsınız” dizelerindeki gibi sınırlara sinirlenen sınırsız çocuk… “Elimde olsaydı sınırları kaldırırdım” demesi ütopyasına dahildir. Dünya görüşü sınır aşırı, enternasyonal olsa da, kültürel miras olan her türlü etnik müziğe ilgi duydu. O, “Kızılderili ve Afgan otantik ezgilerini çok beğeniyorum. Kürt türkülerini de severim” diyorsa bize, “yakışır” demek düşer.
Şiir ceketli çocuk… Bir sihir yarattı etrafında… Bu iklim aslında şimdilerde, isimlerini sayamayacağım Kürt, Türk ve başka kavimlerden yaşıtlarının şiirde, sinemada, müzikte, tiyatroda oluşturdukları bir muhalif kuşağın iklimidir… Kemal Burkay’ın, “Belki şehre bir film gelir/ Bir güzel orman olur yazılarda/ İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse” dizelerinden el alarak şunu söyleyebilirim. İstanbul’a bir Laz çocuk gelir, iklim değişir, aşkdeniz olur, devrim(ci) olur… Diğer kavimlerden çocuklarla sesini, ayaklarını, düşlerini birleştirir ve hep birlikte Kavimler Kapısı olurlar…
Düşleri için okulu terk eden çocuk… Eskiden siyasal bilgiler fakülteleri devrim ve devrimcilik için terk edilirdi. Çünkü devrim yakın bir ihtimaldi, düşlerimizde cimri olmadığımız yıllardı. Devrimci Kazım, 1989’de girdiği İstanbul Siyasalı iki yıl sonra müzik durumundan terk etti. Devrimin yenildiği yıllardı… Arkadaşlarıyla dünyanın ilk ve tek Lazca Rock müzik grubu Zuğaşi Berepe’yi (Denizin Çocukları) kurmaları denize kayıtlı olmalarıyla da ilgilidir. Denizin Çocukları’ndan Kazım’ı, o yıllarda tanımıştım. Sonra mitinglerde, kayıplar için cumartesi oturmalarında sık karşılaştık...
Zuğaşi Berepe 1993 yılında Rize-Pazar’da görücüye çıkarak ezber bozdu. Lazlar, Gürcüler, Hemşinliler yani deli dolu Karadenizliler kemençe yerine gitar çalan bu uzun saçlı küpeli gençleri biraz yadırgadı. Çok geçmeden tulum ve kemençeyi de müziklerine katan asi ve aksi çocuklarla Karadenizliler barıştı. Sonrası mı? Sonrası rockun getirdiği devrim… “Va Mişkunan”, “Bilmiyoruz” albümü tüm hırçınlığının ve isyanının delilidir. “İgzas” (Yürüyorlar) albümü Lazca ve Hemşince dillerinin unutulmaması için acil eylem çağrısıdır… Dilden bilenlere elbette, dillerin bedduasını almak istemeyenlere elbette… Genelde tüm dillerin özgürleşmesi özelde Lazcanın unutulmaması için açıkça tavır koydu. “Viya!”da Laz halk ezgilerinin en güzellerini bir araya getirdi. Albüm Doğu Karadeniz’in müzikal, diyalektik bir alaşımı gibiydi… Delta müzik… Her parçada yaşamdan, dağlardan, denizden, insandan ama en çokta aşktan bahsediyordu. Hüzünlü bir aşk parçası olan “Didou Nana”yı Megrelce, Lazca ve Gürcüce söylemesi politik tavrının deliliydi…
Teşhisçi… Kapitalizmin hem teşhis hem de teşhir etti. “Türkiye’de hiç radyasyon olmasa da sistemin kendisi yeter zaten. Beni radyasyon değil Türkiye’deki sistem kanser etti” cümlesiyle tarihe not düştü…
26 Nisan 1986 Çernobil nükleer felaketinden sonra radyasyonlu bulutlar uçtu uçtu… Ve uç insanların yaşadığı Karadenize de kondu. “En büyük fobilerimden biri” dediği kanser, seri konserleri sırasında uç çocuk Kazım’ın a(şk)kciğerinde peydahlandı. A(ş)kciğerine kanser yapıştı… Zorun sıratında, ölümün arifesinde “…Şimdiye kadar verdiğim bütün mücadele ve rahatsızlık için kimseden özür dilemiyorum ve yaptığım her şeyden de gurur duyuyorum. Bundan sonra da hayatım ve sağlığım nere giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli bir herif olmaya devam edeceğim…” diyerek dik durdu. Sürç-i lisan etmedi…
Çav Bella çocuk… Can Yücel’in “Nasıl da kuşatıyoruz Emperyalizm akrebini! Ve etrafında, ÇA-ÇA- ÇA değil, yeni bir ateş dansı başlıyor: Çe-Çe-Çe” diye…” dizelerinden el alarak sahnede Che, Che, Che, diye horon tepti. Devrim(ci)in dik horonuydu… “Ernosto” bestesi delildir… Annesinin yalancısıyız, çay toplamada birinci… Çay Bella çocuk…
Milliyetçilerin, ırkçıların onun şarkılarını "Karadenizlilik"üzerinden dinlemeleri bir çarpıklık olarak hâlâ sürüyorsa bizim mahalle buna itiraz etmeli. Ergenekon dişleri çıkmış ırkçı-faşist tarihin marangoz hatası bazı "Karadenizli sanatçılar!” onun ismini cümle içinde kullanıyorsa buna isyan etmeli.
Lazlar Hopa, Pazar, Arhavi, Fındıklı ve Ardeşen’de yaşar. Lazcada ev “Oxohori” demektir ve kadın anlamına gelen “oxho”dan türemiştir. Söz anneden açılmışken, Kazım’ın annesinin cümlesiyle söylersek, “Yüksek bir adam” olsun diye bir doktorun adı verildi ona. “O da çok yüksek bir insan oldu…” Öğretmeni babasına “İşime karışma, Kazım çocuk değil adamdır” diyerek adam olacak çocuğu edasından işaretledi. Yaşlı insanlarla konuşmaya severek büyüdü. Bazen hızını alamayıp yaşlı ağaçlarla da konuştu. Yaşlı sularla da… Her daim kıssadan hisseli bilgeliklerin, bilgelerin izini sürdü. Babaannesinden atma türküler, karşı beri türküleri öğrendi. Bir tür doğaçlama makamıydı bu. Daha sonra rockta işine yaradı…
Soru çocuk… Ben annesinin yalancısıyım, hep soran çocuk oldu… Büyüdükçe, Sosyalizm ve Devrimcilikle tanıştıkça, tarihin emri siyasetin kavliyle “cevap çocuk” da olacak. Ama cevap anahtarı, allame hiç olmayacak. Çünkü dilinin altı, dilinin ucu sorularla dolu… Sol anahtarı müzikhal çocuk… Muzipliği Lazlığından kinaye…
Kardeşi Niyazi küçükken Kazım diyemez “kaki, kaki”, diye çağırırdı. İsmi o yüzden “Kaki” kaldı. “Ona “Dina kaki” ismi kardeşi Niyazi’der armağan. Düşleri gibi uzun… Arkadaşının biri ona günün birinde “Kazım’ım” diyeceğine dili sürçerek “Lazan’ım” demişti. Dağları sürç-i lisan sanmayan, dilleri sürç-i dağ sanmayan tarih bilinçli çocuk…
2004… Hopa’da bir pastane. Yağmur horon teper gibi yağıyor. Kazım, Lazcanın kurtarılması için öneri yapıyor: “Dünyaca tanınmış on sanatçıya birer tane Lazca şarkı okuttuğumuzu düşün. Ancak böyle işler çıkararak yok oluşun önüne geçebiliriz...” diyor. Hem devrimci, hem müzisyen, hem Laz, hem de uzun saçlı, hem de aşık… Yakışıklı sesi var, azıcık boydan uzun… Düşleri gibi, saçları gibi, gülüşleri gibi uzun…
En ilk ne zaman görmüştüm Kazım’ı…Sanırım bir şarkıya Lazca aşı yapıyordu… En son ne zaman görmüştüm Kazım’ı… 25 Haziran 2005 günü 33 yaşında doğanın kucağına yatıya uğurlarken… “İlk gözyaşının tarihini bulmuşum” gibi ağladığımı hatırlıyorum. Ve şimdi sözün burasında Can Yücel’i doğanın kucağına yatıya verdiğimizde torunu Alibey’in ninesine sorduğu “Dedemi nereye ektiniz?” sorusunu bir kez daha birbirimize soralım… Sahi, Deniz’in Çocuklarından Kazım’ı nereye ektik?
Daha önce söylendi, biz de koro ve solo tekrarlayalım:
“Aşkva him n3aşa kextu. Him guri şkunis skudasere him lazepe şkala ort asere…” (O, artık göğe yükseldi. Sesi, bizim sesimizde devam edecek…)
NOT: 15 yıl
önce yazdığım bu yazıda bilgi yanlışları varsa özür yerine şarkı diler, düzeltilmesini rica ederim...