SEZAİ SARIOĞLU
Antalya’nın dağ köylerinde Yörük bir nine yaşarmış. Yaşarmış ama bitkilerle ağaçlarla, börtü-böcekle, kuşlarla konuşarak yaşarmış. Doğduğunda kulağına Karacaoğlan türküleri fısıldanan bir nineymiş. Neredeyse süt şiirleri çıkacak yaştaymış. Dilinden Karacaoğlan ezgileri ve şiirleri düşmezmiş.
Bir sabah kuşlardan önce kalbinden sonra kalkmış ki sesi sesi dilinden gitmiş. Belki saklanmıştır düşüncesiyle evi dip köşe aramışsa da ne fayda. Dışarı çıkıp seslenecek olmuş ama ne fayda. “Sesim beni neden terk etsin ki?” diye düşünmüşse de geçerli bir neden bulamamış. “Belki benden sıkılıp gezmeye gitmiştir, akşama gelir!”, diye umutlansa da sesi geri dönmemiş. Hikâye bu ya; “Belki âşık olmuştur!” diye umutlanıp köyün âşıklarına sormuşsa ama nafile… “Belki bir türküye, başka bir âşığa çırak gitmiştir!” diye ozanlara sormuş ama ne çare… Nineyi bir telaş almış. Göz gitmiş söz gidememiş. Beden ve işaret diliyle, dağa-taşa, kurda-kuşa, börtü-böceğe, ağaçlara, sulara sormuş ama cevap alamamış. Şifacıların bitkilerden yaptığı her şifayı denemiş ama sesi gittiği yerden bir türlü gelmemiş.
Öyle çaresiz kalmış ki, hayatında ilk kez kasabadaki ses hekimine gitmeye karar vermiş. Azığını ve asasını hazırlayıp herkesle ve her şeyle sessizce vedalaşmış yollara düşmüş. Masal gitmiş türkü gelmiş, içinden dışına, dışından içine kaç kez Karacaoğlan gidip, Karacaoğlan gelmiş. Sonunda kasabaya varıp ses hekiminin huzuruna çıkmış. İşaret ve beden diliyle derdini anlatıp derman istemiş. Hekim, nineyi koltuğa oturtup, adet olduğu üzere “dil basacağını” diline iyice bastırıp ses vermesini istemiş… Yörük nine ses havliyle zar-zor seslenmiş: “Karacaoğlan’dan mı?”
Derler ki, o gün bu gün, o yörenin insanları ne zaman "ses ver" dense "Karacaoğlan'dan mı?" derlermiş.