SEZAİ SARIOĞLU
ÇİNGENELER:“Karanlık yağmurlar gibi dağılmışlar/ sıcaklarda/ ne dua edecek kiliseleri var/ ne de savaş duyuracak devletleri/ başkaları için kılıç yaptılar/ kendilerine salt yalnızlık türküleri söylediler/ içlerinden en iyi türkü söyleyeni/ seçtiler padişah kendilerine” (Radovan Pavlovski/ Makedonya)
Romanlarla diğer halkların tarihsel ve gündelik ilişkileri “ötekileştirme” ötesinde bir algı üzerine kuruludur. Halkların birbirlerine karşı kullandıkları “ötekileştirme” kavramı Romanlar söz konusu olunca “en öteki” hatta “öteki dışılık” mertebesine yükselir. Hal böyle olunca hayatın bizleri onların üzerinden sınayıp suçüstü yaptığı günlerde imgelerimizin ve gerçeklerimizin sağlamasını yapmak tarihin emri siyasetin kavli olmalıdır. Yıllar önce, Ayancık’ta yaşayan Kafkas halklarından bir kavmin onlar için “Hiç insan!” anlamına gelen bir deyim kullandıklarını söylediklerini duyduğumda şaşırmıştım. “Hiç insan!”, edebiyat açısından çok katmanlı bir imge olarak çarpıcı hatta ezber bozucuydu. Ne var ki, imgeden hayata geçip, kavimlerin birbirleriyle ve Romanlarla kurdukları ilişkilere baktığımızda, “Hiç insan!” sözcüğüne yüklenen tarihsel ve güncel anlam çok dramatikti. Somut olarak var oldukları halde Romanları tarih, toplum ve dünya dışı algılayan “Hiç insan! Yok insan!” aklının ve pratiğinin gerçekte tüm dünyalılar için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Onlar gerçekte doğanın ve tarihin marangoz hatası Dünyalılar için, “bir varmış” değil “bir yokmuş”turlar. (Can Yücel’in, “Bana bir varmış… de/ Bir varmış bir yokmuş, deme/ İçime dokunuyor” dizelerinden oluşan “Piç Ali’nin Matitası” şiiri de geçsin kayıtlara…) Onların zorunlu/sorunlu olarak “varmış!” gibi algılanmaları Dünyalıların “insan merkezli” yalanlarının parçasıdır.
Romanlar üzerinden yeni bir linç ve “tehcir” dalgasının örgütlendiği günlerde imza kampanyaları, “Hepimiz Romanız!” sloganları gereklidir ama tarihi ve güncelliği kurtarmaya yeterli değildir. Devletlerin, resmi tarihlerin Romanlara bakışını eleştirmek bize heves olsun ama orada demir atıp, onları eleştirirken kendimizi aklamak bizden uzak olsun. Hal böyle olunca, kişi başına düşen zulmün ve devlet miktarının en yüksek olduğu bir dünyada ve memlekette yaşayan muhalifler Romanlarla ilişkilerini yeniden tarif etmelidir ki eski kendimizden yeni kendimize taşınabilelim. Her renkten muhtelif muhaliflerin hemen şimdi Romanlar için de söylemeleri ve eylemeleri tarihin emri siyasetin kavliyken teoride ve pratikte tavır koyamamaları bir yanıyla tarihsel-siyasal mecalsizlikle ilgilidir. Onlara yapılanlara gerekli tavrı göstermeme şeklindeki tarihsel ve güncel, paradoksal ve ironik “tutukluk!”, bilincimizde ve bilinçaltımızda, duygusal ve siyasal bagajlarımızda yüklü olan sistem içi alışkanlıklarımızın ve 12 Eylül 1980’den bu yana “evcilleşmelerimizin” de ürünüdür. Kendi varoluşları için dilleniş ve direniş geleneği yaratan, tarihin ve büyük insanlığın vicdanına kayıtlanmak için Romanlara yapılan her zulme karşı çıkması gerekenlerin onları “evcilleştirmeye” yönelik “mini tehcirlere” , “zorla iskanlara” anında anında karşılık vermemeleri, her gelenekten sosyalistlerin, feministlerin, anarşistlerin özetle bizim mahallenin çocuklarının “Teoride doğru söyler! Pratikte şaşar!” halidir ve “akıl tutulması” ötesinde bir dert değil midir?
Tarih, geleneksel algımızla hesaplaşmamız gereken “Çingeneler Zamanı”nı film olmanın ötesinde her gün yaşanan zaman zaman da kanırtılan bir sorun olarak önümüze koymuştur. Alışkanlık yaratan ve bilgeliğimizi ve sahiciliğimizi tüketen geleneksel algı biçimi değiştirilmez ise devletin, resmi tarihin, ırkçı-milliyetçilerin bizleri onlar üzerinden de yeneceklerini söylemek mümkün. Daha da trajiği, hayatın bizi Romanlar üzerinden yenmesi, kendi oyunumuzla kendimize yenilmemizdir. O halde, Romanların ve çiçeklerin yüzüne bakacak, kalplerini kırmayacak yeni bir söylem ve eylem gereklidir. Demem o ki, Romanlardan, çiçeklerden, özgürlüklerden zarar etmek meselesi, teorik ve soyut bir zararın ötesinde, somut olarak, hayattan, düşlerimizden, çiçeklerden, aşklardan ve devrimden zarar etmektir. Bir avuç muhalif dışında kitlesel olarak Romanların başına gelenlere ilişkin yeterli tavır konmaması “diyalektik rastlantı!” veya “mecalsizliğimiz” olarak okunamaz. Bazı Romanların değişik zaman dilimlerinde, devletin veya sivil kötülerin kışkırtmalarıyla, haklarını arayan “azınlık!”lara ve muhaliflere karşı “harçlık!” hevesiyle “kötülük” saflarında konumlandırılmaları onların “imgesini” sevip kendilerini sevmememin delili veya gerekçesi olamaz. Böyle bir algı gerekçeli zarardır. Bir terslik olan bu algı biçiminin muhalif aklın ve pratiğin içine sızması (veya zaten içinde olması) salt “çifte standart” olarak da okunamaz. Teorik olarak onları sevmemize karşın daha derinde, bilinçaltında Roman algısına ilişkin yapısal bir mesele olduğu atlanamaz. İlginçtir, dünyalılar “Çingeneler Zamanı” filmini çok ama çok severler, filmin müziğiyle bir durumdan bir duruma geçerler ama filmden çıkışta gerçek bir çiçekçi veya kağıt toplayıcı Roman ile temasları ise gerçekte “hiç insan!” algısına bağlı olarak “hiç” olarak yaşanır. (Bu yazıda “hiç!” sözcüğü, kavramı, imgesi olumsuz olarak kullanılmaktadır. Hayatta başka ve güzel “hiç!”ler de vardır. Neyzen Tevfik boynunda ömrü boyunca “hiç” yazan muska/kolye taşırmış. Güzel hiç!..)
İlk tahlilde “teorik/imgesel” olarak sevsek de, Romanlar son tahlilde dışsaldırlar hayatlarımızda. O bir çiçekçidir; çiçeklerle, düşlerle, aşklarla aramızda an’lık ve geçici arabulucudur. Tüm temasımız o kadardır; sürekliliği yoktur. Onlara sevgimiz “geri dönüşümlü” ve “geçirgen” değildir. Bırakın dudaklarından yanaklarından öpmüşlüğümüz bile vaki değildir. Muhalifler, art veya eş zamanlı olarak onları sürekli ve kesintisiz üstlenmek yerine, sadece teorik ve mecazi olarak üstlenirler, ama pratikte şaşarlar! Onları, aşklarımıza, sevinçlerimize yardım yataklık olarak algılamak hem kolayımıza hem de işimize gelir. Elleri ellerimize değmeden çiçekleri aldıktan sonra onları unutmak en eski huyumuzdur. Melih Cevdet Anday’ın “Unutmak kuşlardır” dizesinden el alarak söylersek; Romanlar unutulmak için vardır. Onları hatırlamak ve hatırlatmak, çiçekler kadar hatırlarını sormak, dışlanan esmerliği üstlenmektir ki işimize/düşümüze gelmez.
Türkçenin usta şairlerinden Edip Cansever’in, “Bir Çiçek Sergicisi Der Ki” şiirinde “Ruhi Bey benden çiçek alırdı/ Çiçek alanları iyi bilirdim/ Ruhi Bey de çiçek alırdı/ nedense benden alırdı/ Çünkü ben çiçekleri çok biçimli tutarım” dizelerini de muhabbete dâhil edelim. Romanlar, dans ederken bedenlerini ve ruhlarını, çiçek satarken de çiçekleri ve ellerini biçimli tutarlar. Romanların insanlarla ilişkilerinin biçimleri için değişik anlamlandırmalar yapılabilir ne var ki konumuz açısından asıl sorun özellikle de muhaliflerin çiçekleri biçimli tutup tutmadıklarının sorgulanması gerektiğidir. Özetle muhaliflik evvel-ahir, doğayla, insanla biçimli ilişki kurmanın siyasal, tarihsel, etik ve estetik hevesidir. Biçimli konuşmak, biçimli örgütlenmek, biçimli sevmek, biçimli âşık olmak, yanılıp yenilirsek de biçimli yenilmek… “Birbirimize devlet olmak” şeklinde özetlediğim cümle bir yana biçimsizliğimizin delilleri sayılamayacak kadar çoktur… Devlete yenilenlerin birbirlerine devlet olup birbirlerini yenmeye çalışmalarını bir yana koyup konumuza dönersek; tarihin ve coğrafyanın merak ettiği şey, Romanlarla ilişkilerimizi esasta ve usülde, teoride ve pratikte, kavramda ve imgede biçimli kurup kurmadığımızdır. Tarihsel ve mitolojik olarak Çingene Laneti’nin anlamları bir yana, bu “biçimsizlik”, bu “akıl tutulması” tersinden bizlerin Romanların lanetine uğramakla bile sonuçlanabilir. Bazı kavimlerin “avare” ve “gurbet” olarak da adlandırdığı Romanlar bizlere; “Ey dünyalılar! Yeryüzünde sonsuza dek avara kasnak gibi kendi derdinize yanarak dolaşıp durun!” diyebilirler… Tarih, bu coğrafyadaki insanları ve muhalifleri bu kez de Romanlar üzerinden suçüstü yapıyorsa, çiçekleri dizimize koyup düşünmeliyiz, desem, bulunur mu bir işiten...
(Devlet dersinde öldürülen Sabahattin Ali’nin cümlesi yolumuzu kessin: “Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birine itaat eden ve birine emredenler; siz, birinden korkan ve birini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz. Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene’ler. Dinle adaşım, sana bir Çingene'nin aşkını anlatayım.”)
ÇİNGENE’DE PEŞREV OLMAZ NE ÇIKARSA “YALAN!”
“Babam ki, Yalan, gerçekten de daha gerçekoğlu gerçektir derdi…” (Can Yücel,)
Dünyalıların Romanlarla kurduğu ilişki külliyen “imge” ilişkisidir. Dünyalılar, onları değil imgelerini severler. Bu yabancılaşmanın kaynağını kendimizde de aramak devrime dâhildir ve bu yazının kalbindeki dertlerden biridir. Sözün burasında “yabancılaşmaya” da içkin olan, bir başka şeyden halden söz ediyorum; “yalan…” Romanların bizlere sundukları “yalan” kadar bizlerin Romanlara sunduğumuz “yalanlar”, çok katlı bir okumayı gerektirecek bir sorunsaldır. Can Yücel gibi söylersek, nasıl “Ağaç kuşa, kuş ağaca kayıt” ise onlar da gönüllü ve meccani olarak “yalana” kayıtlı bir kavimdirler. Kendileri inanmadıkları halde dünyalıları inandırmak istedikleri fallara, küçük tiratlara ve hatta gündelik yaşamda küçük sataşmalara dönüşmüş güzel ve “doğru” ve mecazi yalanlardır bunlar… Ama bu “yalan tiyatrosu” karşılıklıdır, onların karşısında Dünyalılar da oyunun bir parçası olarak taammüden gerçek “yalanlar”a kayıtlanırlar. Dünyalılar, kendi yalanlarını onlar da temize çekmenin ehlidirler. Bu “yalan” alışverişinde aşkların, çiçeklerin arabululucu veya tanık olmaları sonucu/gerçeği değiştirmez. Ayşegül Devecioğlu’nun “Ağlayan Dağ Susan Nehir” romanının içinde temel bir ana fikir olarak geçen “yalan”, “yalan tiyatrosu” söylemine bağlı dilin işaret ettikleri, alt ve üst, yakın ve uzak okumalara zemin hazırlar. (“Hikâye anlatmayı ondan öğrendim. (…) Anlattıklarının çoğu yalandı.” (Ayşegül Devecioğlu, “Ağlayan Dağ Susan Nehir”) DÜŞyalı Romanların yalanların çoğu gezici, geçicidir; Dünyalıların yalanları ise mülke, tabuya ve tapuya dönüşmüş yerleşik ve kalıcı yalanlardır. Ne var ki, kimi zaman devletlerin zoruyla Romanların yerleşik hale geldikleri ve artık bir şehrin bir evin içinde de yeniden kendini ürettikleri ve yalanlarının da buna ayak uydurarak “evcilleştirdikleri” de doğrudur. (Metin Altıok gibi söylersek, en yerleşik Roman bile “yerleşik yabancı”dır…)
(“Orada doğmam tesadüf olsa da ailemizin kökleri çok eskiden beri bu şehirdeydi; Çingene kadının yalan tiyatrosunun kadim sahnesinde…” (Ayşegül Devecioğlu, “Ağlayan Dağ Susan Nehir”)
Yalan, an’da ve süreç’te kadim Roman geleneğidir. Romanlar, huylandığı an’da çat kapı yalan hevesini kuşanır çünkü (s)avunma mekanizması onun kadim çaresidir. Bu durum, Melih Cevdet Anday’ın “Kim bilebilir açık denizdeki/ Zamana rastlayan martının/ Kanatlarından huylanarak/ Denize indiğini” üzerinden okunabilir: Dünyalılara rastlayan Romanlar onlardan huylandıklarında yalana inerler! Bu onların mekân ve zaman kurgusunu değiştirme tiryakiliğidir. Düş kurmaca ile şaşırtmak, bir tür “fala, çiçeklere, işaretlere bak” yaparak oyalama yaparak zaman kazanma hali... (“Saman altından su yürütülür” de, zaman altından çiçek yürütülmez mi?) Bir anlamda, gerçeklerin arkasından tasarlanmış ve hikâye edilmiş yalanlarla dolanıp gerçeğin gerçek olmasına dair şüphe yaratmak. Ama tam da bu nokta, çoğu kez onların aleyhine de işler. Dünyalılar, sözcüklerinden şüphelenmenin yanı sıra bizzat onların kendilerinden şüphelenerek “şüpheli şahıs!” durumuna düşürürler. En uçta Nazilerin uygulamaları olmak üzere tüm Roman tarihi, Dünyalıların onlardan şüphelenme, huylanma ve gereğini yapma tarihidir… Romanlar, Dünyalıların bu dünyevi şüphelerine, yalanları hikâye ederek, sözü gerçeklerden saptırarak karşılık verirler. Bu şüphe yüzündendir ki bazı Dünyalılar onların Roman olup olmadıklarını anlamak için, damaklarında mühür şeklinde leke olup olmadıklarına bakarlar. (“Çingenelerin damağında leke vardır. Mühür gibi!” Ayşegül Devecioğlu)
Onları, hiçleştirme, dışarlıklı ve hariç kılma, dışımızdan biri olarak görme halinin tarihsel, siyasal nedenleri bir yana, Dünyalıların Romanlarla kurdukları geleneksel ve modern ilişkilerin yabancılaşma sonucu ezel-ebet “yalan” olması, düşlerin, eşyanın, doğanın tabiatına aykırı olsa da verili Dünyanın ve Dünyalıların doğasına uygundur. Dünyalıların, onları değil imgelerini sevmeleri bu yalanın, yabancılaşmanın etik hatta estetik bir parçasıdır. Onların manalarını, mecazlarını sevip maddelerini, varlıklarını sevmeme hali en eski mesleğidir insanların. Romanlar, insanların imgeleminde romantik bir hal olarak, özgürlüğü, sınırsızlığı, devletsizliği, çiçekleri ve şarkıları imlerler. Sürekli yollarda olmayı, yolun, yolculuğun ve yolcunun bilgisini ve bilgeliğini içerirler. Öte yandan onlar, insanlara ulaşamadıkları imgeleri, ütopyaları hatırlattıkları için kendinden menkul bir kıymete ve müjdeye denk düşer. Bu sorunlu algı içinde, pek azı dışında muhalifler de Romanları değil nihilizm ve özgürlük ile ilişkilendirdikleri için imgelerini severler. Şehir ve dil efsanesi olarak dolaştırılan, Roman dilinde gelecek zaman fiilinin olmayışı, onların şimdiki zamana kayıtlı olmaları rivayeti gereği, gelecek zamanı “hiç”leyip ebedi bir “şimdi” de yaşamalarına özenilir… Ne var ki, bu “imge sevicilik” sorunlu, yabancılaştırıcı ve yanlış bir ilişki ve sevme biçimidir… (Turgut Uyar’ın, “Sevgim acıyor” dizeleri de dâhil olsun muhabbete.)
Makedonyalı Roman şair N. Nedjo Osman’nın “Çingene olmak kolay değildir” dizeleriyle ilerleyelim. “Kolay” olmak ne kelime, dünyanın en zor hallerinden biridir Roman olmak. “Sormazlar asla neden şarkı söylediğimi/ Sorma/ Keyfim nasıl.” Dünyalıların onların neden şarkı söylediklerine, neden çalgı çaldıklarına, devletsiz, ordusuz olduklarına ilişkin en küçük merakları yoktur. N. Nedjo Osman’ın “Çalgı çalıyorsam, keyfimden değil/ Kurtları uzak tutmak için/ Sersemletmek için onları” dizelerini yeni bir anlamlandırma olanağı olarak da okumak gerekir. Dünyalılarla Düşyalıların karşılaşması, ilk ve son tahlilde karşılıklı bir oyundur, karşılıklı bir yabancılaşmadır. Ne var ki, Romanlarla temas eden insanlar, bu temastan, bir başka oyun çıkarırlar: İmge tiyatrosu… İnsanların çiçeklerin karşısında Roman ve çiçek taklidi yapmaları, onların karşısında ise çiçek, aşk taklidi yapmaları bu sokak tiyatrosunun sahneleridir.
Onca dilbazlıklarına karşın, dışa ve düşe dönüklüklerine karşın “sır topluluklarıdır.” Siz onların yirmi dört ayar yalanlardan oluşmuş hikâyelerine, fallarına bakmayın, gerçekte birbirlerinin “sır katipleri” olarak yaşarlar. Temel izleklerinden biri olan, “yalan tiyatrosu”, sır eşiğine ait bir dili var eder; sırlar, ayan-beyan hikâyeler olarak kamusal alanda yürürlüğe sokulur. Bu bağlamda Romanların söylediklerinden çok söylemediklerinin izini sürerek sırlarının eşiğinden içeriye girilebilir. Anlatıcı ben, bir uçta dil, bir uçta hikâye, bir uçta şarkı ve yalan bir tür “yalan kumpanyaları” olarak dolaşan Romanların kapısını tıklayarak, dilin ucundaki değil ardındaki manayı ve maddeyi araştırarak özel bir yolculuğa çıkabilir.
BÖYLE “LANETE” DÜŞ KURBAN!
“Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri yerde ikinci kez konaklamasınlar, su içtikleri kaynaktan ikinci kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden ikinci kez geçmesinler.” (Çingene Laneti)
Mitolojik ve tarihsel kaynaklar Romanların “lanetli” halklardan olduklarını işaret eder. Dünyalılara göre onlar dışarlıklıdır, ötekinin ötekisidirler. Düşlerden, verili dünyaya itiraz noktasından bakılınca onlara biçilen bu kötü(lük) algısının gerçekte iyi(lik) VE güzellik olduğu söylenebilir. Benim Dünyalıların alternatifi olan Romanlara yakıştırdığım imge/kavramın “DÜŞyalılar” olması bu yazıda özetlediğim derdin ve yaranın sonucudur. Hal böyle olunca da verili dünyaya esastan ve usülden itiraz eden, “Dünyayı yorumlama ve değiştirme” hevesinde olan “11. Tez” sempatizanlarının Romanları düş/ütopya bahsinde “ara bölgede” iskan etmelerine her zaman hayıflanmışımdır. “Roman laneti” gerçekte, Dünyalılarla onların farkını okumak açısından bir olanaktır. Dünyalıların “lanet” olarak dillendirdiği bu ilenç, onlar için bir yaşam tarzı, epik ve lirik bir şiirdir. Zamanın sertliğini alıp, kavramları mayalandırıp düşündüğümüzde, bu lanetin pek çok muhalif için ütopya/düş olması gerekir.
Yeni bir çapraz okuma/ sıçrama yaparak “Lanet” ve “adalet” meseli/meselesi üzerinden Puşkin’in 1824’te yazdığı ünlü şiiri “Çingeneler” şiiriyle ilişkilenebiliriz: Aleko, dağların/tepelerin ötesinden, şehirden gelen özgürlük heveskârı, muhalif biridir. Kötülüklerin içinden gelmektedir. Kötülük toplumunun neden ve sonuçlarının ürünüdür ama kötülüklerden kaçmaktadır. Zemfira onu dağların/tepelerin ardında tenhada bulup obaya getirip yaşlı babası çeribaşı ile tanıştırır. Zemfira merakla bekleyen babasına; “Çingene olmayı diliyor bizim gibi/ ardından yasalar kovalıyormuş” diye dillenir ve sevgili olurlar. “Dışlarından biri” Aleko sevgili durumundan içlerinden biri olur! Onlarla, onlar gibi yaşamaya başlar. Günler geçer, Zemfira ile Aleko’nun aşkları yaşlanır, dokunmaları, öpüşmeleri, sevişmeleri alışkanlığa dönüşür. Zemfira, yeni bir aşk aradığını Aleko’ya şarkılarla ima eder. Uykusunda sayıklar. Şehrin kötülüklerinden, yasalardan kaçan Aleko yeniden hafızasında uykuya yatırdığı tabuya ve tapuya sarılıp “öğrenilmiş çaresizliklerini” uyandırır. Sonunda Aleko, önce Zemfira’nın yeni sevgilisini sonra da Zemfira’yı öldürür. Zemfira, Aleko tarafından öldürülmeden önce ona “Hayır, tamam, korkmuyorum senden!/ Tehditlerine senin aldırmıyorum/. Öldürmen senin lanet olsun…” diye tarihe not düşer. Yaşlı adamın kızının ve yeni sevgilisinin katili Aleko’ya biçtiği “ceza!” bizi hukuk, yasalar, ölüm, öldürme gibi kavramlarla yüzleşmeye çağırır niteliktedir:
“O zaman yaşlı adam yaklaşıp, dedi:/ ‘Terk et bizleri sen, mağrur kişi! / Bizler ilkeliz, yok yasalarımız, / Biz insanı parçalamıyoruz, biz asmıyoruz - / Bize yok gereği kanın ve ıstırabın - / Ama bir caniyle yaşamak istemiyoruz..// Sen ilkel baht için doğmamışsın,/ Sen kendine özgürlük diliyorsun yalnız;/ Bize dehşet verir düşünüşün senin:/ Biz korkağız ve iyi ruhumuz,/ Sen kötü ve cesursun – terk et bizleri,/ Elveda, esenlikler seninle olsun.’”
Sonuç yerine, ne desem, Dünyalılara nasıl bir şerh düşsem bilmem ki… Her devrime Romanlar şart, desem… Devrimde peşrev olmaz ne çıkarsa Roman; Romanda peşrev olmaz ne çıkarsa çiçek, aşk ve devrim, desem… Teoride doğru söyleyip pratikte şaşmasak, onların imgesini sevdiğimiz kadar gerçeğini de sevsek… Hayata böyle dilnotlar düşsem ve alıp başımı onlara gitsem…