Nurettin bize sadece “Kayıp mezarımı bulun!” demedi. O sıkılı yumruğuyla ÖFKESİNİ VE İNANCINI vasiyet ederek gitti.
19.Yüzyılın 2.yarısında Uluslararası İşçi Birliği’nin kurucu önderlerinden Joseph Moll, hemen hemen her konuşmasında ya da her slogan attığında sol yumruğunu havaya kaldırırdı ve hep öyle hatırlanırdı.
Her hitabında öfkeliydi daha sonra Marx’ın önderliğinde kurulan Komünistler Birliğinin ilk toplantısında yukarı kalkmış sol yumruğu sıkılı, bir resim vermişti. Gerek o dönem gerekse sonraki nesillerin yapmış oldukları etkinliklerde yukarı kalkan sıkılı yumruklar ondan geriye kalan bir mirastı.
Londra da sürgündeyken, sefalet içinde yaşadığı evinde öldüğü gün en yakın dostu Karl Marx, başucun da F. Engels’e şunları yazmıştı “Bugün yoldaşımız Joseph Moll’u sonsuzluğa uğurluyoruz. Sol kolu yukarıda değil ancak yumruğu hala sıkılı. Bize öfkesini ve inancını bırakarak gidiyor”
Aşağıda yazacaklarımın yukarıdaki anlatımla ne alakası var? diyeceksiniz…
1981 Baharının ikinci ayında Gayrettepe Polis Merkezine yağız bir delikanlıyı getirdiler. Onu herkes gördü. Gerek onunla beraber olanlar, onu sevenler gerekse ona sövüp onu dövenler yani oradaki herkes…
Hayatın bir yerinden koparılıp getirilen yağız ve yapılı bu delikanlının dövüldüğüne sövüldüğüne herkes şahit oldu. Ve birkaç gün sonrasında, ne hikmetse! O yağız delikanlı bir anda “hiç kimse” oldu. Sanki hiç getirilmemişti. Sanki boğazın iki yakası, denizin serin suları, apansız uçuşan martılar, gri bulutlar, uzaktaki polis sirenleri, soğuk karanlık odalar ve içindeki gözü bağlı onca alıkonulmuş insanlar, o hoyrat duvarların arkasında ki bağırtılar, çığlıklar… Sanki hiç ama hiç yaşanmamıştı.
Ve seneler geçti… Göz pınarları kurumuş yaşlı bir anne, titrek sesiyle ”Onu Bulun!” diyordu. “Onu bulun! Nerede olursa olsun onu bulun! Onu İstiyorum! O gelinceye kadar yediğim yemek, giydiğim elbise, gelecek bayramlar, düğünler, geziler haram zıkkım olsun! Oğlumu istiyorum! Neden beni anlamıyorsunuz?”
Bağrı yanık annenin çilesi, gece – gündüz, aylar – yıllar sürdü. Yalnız değildi. Başını dizine yaslamış küçük kızı, abisiyle anılarını anlatıyordu. Bazen anılarının orta yerinde sesler kısılıyor, sessizlik çığlıklara çığlıklar ağıtlara dönüşüyordu. Ve anne sesini yükselterek ”Niye çıkıp aramıyoruz?” diyerek isyanını yükseltiyordu.
Minderine bağdaş kurmuş yaşlı baba artık dayanamıyordu. Bir sabırla kalktı, yavaşça dışarı süzüldü. Bastonuna dayanarak o sokak bu sokak derken kendini Beyoğlu’nun orta yerinde buldu. Kalabalık bir cadde de duvar dibinde iki genç kadın ellerinde kayıp yakınlarının posterlerini tutuyorlardı. Yaşlı baba bastonuna dayanarak yavaşça yanlarına çömeldi. Pantolonunun cebinden çıkardığı mendili ile akan terini yüzünden sildi. Başını sağa çevirip yanındakilere “Oğlumu arıyorum, adı Nurettin. Nurettin Yedigöl” dedi ve sustu. Küçücük gözlerinde ufak ufak yaş damlaları birikti. Gelen geçen insanların yüzüne baktı. İçinden ve sessizce “OĞLUMU İSTİYORUM! BENİ NEDEN DUYMUYORSUNUZ! ÇOK ŞEY Mİ İSTİYORUM!” diye haykırıyordu oysa…
81 baharının ikinci ayında bende oradaydım. Nurettin’i sorgu odasından, kaldığımız tecrit odasına getirdiler. Çırıl çıplaktı! Yere bıraktılar. Hareket edemiyordu. Üzerine kirli bir ceket attılar. Sol kolu dışarıya sarkmıştı yumruğu sıkılıydı. Son görüşüm oldu.
Unutamıyorum…
Bugün adalet arayan arkadaşlar;
Nurettin bize sadece “Kayıp mezarımı bulun!” demedi. O sıkılı yumruğuyla ÖFKESİNİ VE İNANCINI vasiyet ederek gitti.
T.Çakas