15 Nisan 2001 tarihinde aramızdan ayrılan Hüseyin Demirel'in anısına...
SÜALP ÇEKMECİ
15 Nisan 2001, yani 21 yıl önce, sağlık sorunlarıyla ilgili muhtemelen bir dizi ihmal sonucunda, Hüseyin Demirel aramızdan aniden ayrıldı. Hüseyin'i her andığımda, onun da çok sevdiği şairlerden biri olan Cemal Süreya'nın "Her ölüm erken ölümdür" dizesi aklıma gelir nedense. Hüseyin hayatta olsaydı, benzer bir durumu sanırım o da bu şekilde açıklardı.
Hüseyin'i ilk gençlik yıllarımda, ikimiz de liseye giderken, 1977 yılında tanımıştım. Evlerimiz birbirine yakın sayılırdı ve semtimiz olan Kocamustafapaşa'da aynı derneğe gidip geliyorduk. Aynı dünya görüşünü paylaşan kişilerin bir araya gelmesiyle başlayan bir arkadaşlıktı bu. Hüseyin, daha ilk anda karşısındakine güven hissi veren, sıcak bir dost olarak çıkmıştı karşıma. Türkiye'nin en çalkantılı günlerinin yaşandığı, mitinglerin, grevlerin, sokak çatışmalarının hayatın bir parçası olarak kabul edildiği günlerde birlikte pek çok şey paylaştık.
Antepli bir ailenin çocuğuydu Hüseyin. Üç kardeşin en büyüğüydü; yani evin abisiydi. Güneydoğulu bir ailenin tipik özelliklerini gözlemlemek mümkündü Demirel ailesinde. Hüseyin bir yönüyle bu geleneğe bağlıydı ama diğer yönüyle geniş bir düşünce perspektifine sahipti.
Hüseyin'in sadece devrimci teori üzerine değil, edebiyat ve sanat alanında da azımsanmayacak bir birikimi vardı. Üstelik güçlü hafızası nedeniyle bu birikimini çok ince nüanslarla ortaya koyabiliyordu. Söz gelimi, Dostoyevski'nin romanlarından birinin içindeki bir anekdotla güncel bir konu arasında bağlantı kurar, üstelik bunu "afra tafra"yla değil, oturmuş bir yerde sohbet ederken, muhabbet olsun diye yapardı. Sanatla, edebiyatla, tarihle, felsefeyle, şiirle ilgilenmenin "gereksiz" gibi görüldüğü bir ortamda Hüseyin, pek çoğumuzdan farklı olarak bu faaliyetlerini hep sürdürdü. Bu kadar çok şeyi nasıl bildiğine, bu kadar çok ve çeşitli kitapları nasıl zaman bulup da okuyabildiğine şaşırırdık.
Bugünden geriye baktığımda, Hüseyin'in en önemli özelliği nedir diye sorulduğunda, muhtemelen benim gibi onu tanıyan pek çok kişi için bu sorunun cevabı "entellektüel birikimi ve şaşırtıcı hafızası" olacaktır. Bu noktada "hafızaya" özel bir vurgu yapmak istiyorum, çünkü pek çok insan süreç içinde entelektüel birikime sahip olabilir ama güçlü bir hafıza sadece özel yeteneğe sahip kişilerde vardır. Türkiye'nin koşulları çok farklı olsa, ya da farklı bir coğrafyada yaşasaydı, gerçekten çok iyi bir "tarihçi ve yazar* olabilecek yetenek Hüseyin'de vardı.
Hüseyin'le sadece örgütsel anlamda değil, kişisel anlamda da iyi birer dosttuk. İkimiz de o sırada Kocamustafapaşa'da oturuyorduk. Kimi zaman o bizim eve geliyor, kimi zaman ben onların evlerine gidiyordum. Böylece birbirimizin ailelerini de yakından tanıma fırsatı bulmuştuk. Benim hep güler yüzüyle hatırladığım ve belki de bu yüzden hep "Güler anne" diye hitap ettiğim, Hüseyin'in annesi Gevher annemiz de, 12 Eylül döneminden sonra insan hakları mücadelesini göğüslemiş olan diğer annelerimizin arasındaki yerini aldı.
Annesi (Güler) Gevher anne ile birlikte (sağda)
İlk tanıştığımız yıllarda Hüseyin Davutpaşa Lisesi'nde okuyordu ve elbette okul hayatında aktif biri olduğu için "sakıncalı" bir öğrenciydi. Okul idaresinin verdiği uyarı cezaları yüzünden liseyi bitirmek için bazı nakiller yapmak zorunda kaldı. Liseyi bitirdikten sonra, muhtemel ki özel olarak hazırlanmadan girdiği üniversite sınavında başarılı oldu ve Orman Fakültesi'ni kazandı.
Ne var ki, 12 Eylül 1980 darbesinin ayak sesleri giderek yaklaşıyordu. "Teori"den çok "pratik" çözümlerin kaçınılmaz bir biçimde ön plana çıktığı bir süreçti yaşadığımız. Uzun uzun tartışmak, Türkiye'yi ve dünyayı tahlil etmek yerine, "bir şeyler yapmak" doğal bir reflekse dönüşmüştü. 1980 yılının başlarında, 12 Eylül darbesinin öncesinde tutuklandı ve THKP-C kökenli 3 örgütün bir iddianameyle yargılandığı, 300 küsur sanıklı dava nedeniyle, 11 yıl boyunca cezaevinde kaldı.
Bartın Cezaevi 23 Nisan 1990, (üst sıra soldan beşinci)
12 Eylül döneminde cezaevleri için söylenecek çok şey var elbette. Ancak Hüseyin'e ilişkin söylenecek söz, onun "iyi mapusçu" olmasıdır. Gerçekten de uzun yıllar boyunca cezaevinde kalmak için kişinin iç dengelerini sağlam bir şekilde ayakta tutması, sabırlı olması, moralini asla bozmaması ve daha bir yığın özellik gerekir. Hüseyin, ahlamadan, pohlamadan 11 yıl boyunca cezaevinde onurlu bir şekilde yattı. Entellektüel birikimini daha da geliştirerek, insanlarla daima iyi ilişkiler kurarak ve kendini sevdirmesini bilerek çıktı dışarıya.
Bartın Cezaevi- Mart 1991 ( Üst sıra soldan beşinci)
1990'lı yıllar boyunca, hepimizin yaşadığı pek çok zorluk gibi, muhakkak ki o da çeşitli zorluklar yaşadı. Ancak hayatını kaybetmeden önceki birkaç yıl içinde, entellektüel birikimini yansıtabileceği bir yaşam tarzına kavuşmuştu. Çalıştığı yayınevinin editörlerinden biri olarak pek çok kitabın okuyucularla buluşmasında etkin rol aldı. Üstelik siyaset, sosyoloji, tarih, felsefe gibi çeşitli alanlarda yazılar yazmaya da başlamıştı. 2001 yılının Nisan ayında kitap fuarı için gittiği İzmir'de bir gece aniden rahatsızlanarak hayatını kaybetmesi hepimizi derinden yaraladı. Yazılarının derlendiği "Siyasete, tarihe, hayatın kendisine dair; yolcu" isimli kitabı ancak ölümünden sonra "Chiviyazıları" tarafından yayınlandı. Oysa en verimli olacağı dönemde aramızdan ayrılmasaydı, kimbilir daha ne çok "siyasete, tarihe, hayatın kendisine dair" söyleyecekleri olacaktı.
Yolcu isimli kitabı
Özellikle kız kardeşi ve Hüseyin'in çok sevdiği yeğenleri açısından onun eksikliği kuşkusuz tarif edilemeyecek ölçülerdedir. Ancak Hüseyin'i tanıyan, onunla ilgili hep güzel anılara sahip olan bizler için de Hüseyin'in ölümü erken bir ölümdü. Hüseyin, mütevazi bir biçimde, hep "kendisi" olmayı seçerek hayatını yaşadı. Doğaldı, abartısızdı ve tıpkı ölümünden sonra yaka kartında yazıldığı gibi "daima kalbimizde yaşayacak" anılarla aramızdan ayrıldı.
Onu çok özlüyor ve her zaman saygıyla, sevgiyle anıyoruz.