O, güne kadar yaşamını Bakırköy gibi, küçük ve Cumhuriyetin ilanıyla kurulan fabrikaları ile yeni yeni gelişen ve önceden Rum’ların yazlık semti olan köyünden çok farklıdır Cihangir.! Kozmopolit tir...
TÜLAY SÖNMEZ
Cihangir Sormagir sokak; küçük kızın bavuluna,hayatın bir çok gerçekliklerini doldurduğu semtlerden biridir. O sokakta kimler, neler yoktur ki neredeyse toplumun bütün çeşitliliğinin aynasıdır Sormagir...Bir sokaktan diğerine merdiven ile veya dimdik bir yokuş ile gidilen...ve hatta bir yokuşunun adının da"eşek bağırtan yokuşu" olan Cihangir'in, ismine münhasır sokağıdır orası. Yazık; o güzel eğlenceli ve ona çok yakışan ismi değiştirip "Başkurt" yapmalarının altında neler var kim bilir..Her zaman da böyle değil midir zaten.!
O, güne kadar yaşamını Bakırköy gibi, küçük ve Cumhuriyetin ilanıyla kurulan fabrikaları ile yeni yeni gelişen ve önceden Rum’ların yazlık semti olan köyünden çokfarklıdır Cihangir.! Kozmopolit tir...Tiyatrocular,ünlüler,onların terzileri,pavyonda çalışan kadınlar, şarkıcılar ve şimdiki ismi ile LGTB ler, aydınlar.
Sormagir sokağa taşındıklarından beri Küçük kızda, ablası da şaşkın bir merak içindeydi her şeyi, herkesi merak ediyorlar ve öğrenmek istiyorlardı ama babaanne fazlasıyla korumacı bir şekilde sorularını savuşturuyordu ve hatta kızıyordu. Ne yapsın ki?... Bu ülkede dul bir kadındı ve iki kız çocuğu ile böyle olmak zorundaydı. Aslında: evde birde amca vardı ancak onu çok göremezlerdi "Küçük parmak kapı" sokağında taksicilik yapar…Geceleri çalışır gündüzleri çoğunlukla uyur, arada erken uyanırsa sazının tellerine dokunur ve hayatın ona veremediklerine ağıt yakardı adeta. Üç kardeşin ortancasıydı ve gerçekten ortada kalmış gibi idi. Babaları ölünce; Fındıklı'da eski tahta bir evde otururlar ken anneleri tığ işi yapıp satar, büyük abisi (kızların babası)ile ortanca...Gazete satıp okul harçlıklarını çıkarırlarmış. Büyük abi akıllı ,okumaya meraklı olduğu için okumuş hem de çok iyi okuyup meslek sahibi olmuş ancak.. Duygusal ve kadife gibi yüreği olan ortanca amca sokak çarklılarının dişlerinden kendini kurtaramamıştı. Bazen gece yarısı eve gelir "anne kızları uyandır onlara buzlu pasta getirdim" diyerek kızla ablasını uyandırırdı...Malum o zaman her evde buzdolabı yok..o pasta erimeden yenmeli...Nasıl bir pasta idi o; Beyoğlu'dan alınırdı ve kız aradan çok seneler geçse de bir daha öyle bir pasta yiyemiyecekti. Bu ablasının da onun da en sevdiği şey olmuştu ve tadı hala damağında idi.
Oturdukları ev küçücüktü… Hol dedikleri bir yer...Ön tarafta da ona bağlı bir oda. Bu oda hem oturma odası hem de babaannesinin demir büyük karyolasının olduğu yatak odası idi ve karyolanın karşısında da gece yatak gündüz oturulan bir divan...Holde ise bir divan ve yemek masası. Arkada amcanın yattığı küçücük bir oda...mutfak karanlık ve serin ayrıca bir bahçeye açılıyor ama avlu gibi… başını yukarı kaldırınca lüks bir otelin bahçesi görünüyor yani başını kaldırınca derken Cihangir'in kot farkı olmasından dolayı. Hatta bir keresinde kocaman bir yılan otel bahçesinden onların "bahçeye" bile düşmüştü. Babaanne, öndeki odanın geniş pencere kenarına minderler koyar kızlar da orada gelen geçene bakıp hem şaşırırlar hem eğlenirlerdi...Ama babaanne kendine göre "uygunsuz" bir şey gördüğünde kızları içeri alır, biraz da söylenirken onlarda tülün arkasından bakmaya devam ederek gülüşürlerdi.
Karşıki bina çoğunlukla Avrupa'lı yabancı çalışanların kaldığı bir pansiyondu. İtalyan orkestra elemanlarının aileleri, danscı çok güzel kadınlar ve bodrum dairesinden tekrar tahta bir merdiven ile bir kat daha aşağı inilerek "oturulan yer"de apartman görevlisi Şakir otururdu. Anadolu'nun bir yerlerinden gelmişti Şakir…burada karısı ve çocukları ile hem apartman görevini yapar hem de kalırdı.Onun adını hiç unutmadı küçük kız...Severlerdi Şakir'i hatta babaanne de sever onun ile camdan sohbet eder biraz da mahalledeki dedikoduları öğrenirdi.
Babaanne daha önceden Fındıklı'da oturduğu için hiçte yabancı değildi bu semtlere. Bu gün büyük bir tiyatro ustası olan Müjdat Gezenle de daha ünlü olmadığı o günlerde pencereden sohbet eder ve yakın arkadaşı olan annesini sorarken kızlarda babaannesi bir tiyatrocu ile konuştu diye havalanır niye ise bundan gurur duyarlardı.
Yan taraftaki binada Fatma Girik’in terzisi otururdu ve Fatma Girik sokağa geldiğinde küçük kızla, ablası sevinç çığlıkları ile zıplayarak pencereye koşar…o gittikten sonra da ne kadar güzel bir kadın olduğunu birbirlerine anlatıp dururlar sonra babaannesinin ikazıyla gülüşerek susarlardı.
Aslında biraz kendi kendilerine biraz el yordamıyla ve çoğunlukla büyüklerinin korumacılığı ile de olsa büyüyorlardı... Abla biraz daha hırçın ama duygusal ve dik, küçük kız yine duygusal,sakin ve inat.
Küçük kız medreseden çevrilmiş bahçe etrafında ayrı ayrı odalardan oluşan ilk okula yazılmıştı... Artık üçüncü sınıfta idi ve bu üçüncü değişik semt ve okuldu. Öğretmeni çok genç, güzel ve her zaman çok şık giyinen aydın bir kadındı ve küçük kızı da çok sevmişti.
Baba üçüncü ile evliliğini yapınca Fındıkzade'de oturmaya başlamış ablasını da orada bir okula yazdırmıştı. Ablası yine otobüs ile Fındıkzade Taksim arası gelip gidiyordu daha doğrusu bu bir süre devam etti.
Önceleri teyzesinin evindeyken küçük kuzeni ona "gelin kız" resmi çizmeyi öğretmişti...Zaten ona kalsa bütün dersler resimdi "ne dersin var" deseler mutlaka resim dersi olurdu. Ablası da güzel resim çizerdi...Kız da...Kağıttan "Küçük kadınlar" çizip, kesip onları oynatırlardı. Orada da eğlenmeyi öğrenmişti…Nasıl eğlenmesin her gün kapının önünden geçen ünlüler,yukarı kattaki sessiz sakin kadının merak edilen her gece onikide evden çıkışı sonra sabaha karşı gelişi üzerine, babaannesinin meraklı ve birazda onaylamayıcı konuşmaları,karşı sırada uzun tek pencereli…Dikkat çekecek kadar acayip görünümlü,rengi korkunç bir sarı olan binanın en üst katındaki madamın pencereye çıkıp anlamsız ve delice bağırmaları, babaannesinin "muhtar çıktı yine " demesine bizim kızın safça inanması,annesi TRT’de spiker olan arkadaşının o ,çok güzel evleri ve kocaman kütüphane de ki acayip cam kutu...Televizyonmuş adı o da neyse artık...Anlamamıştı kız. Arkadaşının annesi ülkemiz için bu kutunun çalışmasını yapıyormuş "ne gerek vardı ki buna" babaannesi onları her hafta sonu Beyoğlu’na sinemaya götürüyordu zaten Fitaş, Emek,Yeni melek. Babaanne ve çocuklar kendilerince en şık giysilerini giyinip; sinemaya gider ordan da Saray muhallebicisine uğrarlardı. Ayrıca onların evinde kocaman, kumaş hoparlörlü radyo vardı... Babaannesi "radyo tiyatrolarını" ve "arkası yarınları" hiç kaçırmaz onları da "çıt bile çıkarmayın" diye sustururdu. Hayat her şeye rağmen güzeldi...
Ama hayat küçük kız için yeniden sürprizlerini hazırlamaya başlamıştı bile…Ablası artık temelli babası ve yeni "cici anne" si ile kalıyordu. Küçük kız babaannesi ile yalnız kalmıştı. İyi kalpli amca evden Sıraselviler'deki aynı Türk filmlerin deki gibi eski ve bir hol etrafında beş veya altı odanın olduğu bir odaya taşınmıştı. Dört veya beş katlı olan bu binanın tüm katları bu dizayndaydı. Binaya girer girmez her odadan bağırtı ,çığlık,kahkaha,bebek ağlama...sesleri duyulurdu...Tutunamıyanlar veya amca gibi tutunmaya çalışanlar…Amca,odasına yaptırdığı o zamanın yeni modası olan tahta zemin üzerinde ki muşambayı gösterip çocuksu bir mutluluk duyarken hayat ona yine hiç adil davranmıyacaktı.
Akşam dokuz olunca uyuyan babaanne, sadece arada bir gelebilen gemilerde çalışan amcanın eve getirdiği canlılık ve neşe...Küçük kızın gözü bavulunu ararken...O acı haber!! Ortanca amca, evine döşediği muşambanın keyfini bile yaşayamadan bir trafik kazası...Ve yitiriş...
Her şey yeniden dizayn ediliyor.
Fındıkzade..."cici anne" silik bir mutsuzluk.