**********
bireyin öncelikle kendi sürecini tamamlayıp doğasını tanımasının ne kadar elzem olduğuna dikkat çektiriyor david deida.
bir sorum var öncelikle. hepimize derin bir sorum var. kadın teması ile ilgili, kadınların kendi gücünü keşfetmesi ve bu keşfin dünyayı nasıl derinden değiştirebilme gücü olduğunu tema eden sayfalara bakıyorum. belli sayıda kadının gerçekten ve içtenlikle konuyu takip eden, detayları merak eden ilgisi var ama genele bakıldığında bu sayılar çok az ediyor toplamda. benim dikkat çektirmek istediğim yer, kadınlar kendi meselelerine neden bu kadar uzaklar.
bir 8 mart daha yaklaşıyor. işler şöyle olmasın, böyle olmasın diyerek sorunları çözemediğimiz de ortada. o gün gelince erkekler gibi yumruklarımızı mı göstereceğiz yine. sloganlar mı atacağız eril eril. kendisine duyarlıyım diyenlerimiz bile böyle mi yapacak. böyle mi oluşacak güzeli getirecek olan dönüşüm, böyle mi görülür olacak kadınların varlığı.
asıl soruyu yumurtluyorum:
-kadınlar kendilerini keşfetmekten “neden” bu kadar çok korkuyorlar. her birimizin de özde ne kadar farklı olduğunu düşündüğümüzde bu keşif süreci ne kadar daha merak uyandıran keyifli bir yolculuk olabilecekken üstelik. erkeklerin büyük çoğunluğu kadınların kendisini keşfetmesinden çok korkuyor. bunu biliyoruz. sanıyorlar ki böyle bir farkındalık olursa çok şey kaybedecekler. erkekler de korkuyor elbet kendini keşfetmekten. bu daha da örtük bir sorundur aslında. ve uzun uzun incelenesi bir konudur. ve işte bu anahtar, kocaman bir sorudur aslında, sorulmaktan dahi korkulan… ona da ayrıca incelenmek üzere bir çentik atıp kadınlara dönelim mademki onların günü geliyor yakında…
bu noktada elbette yılların cefası ve yükü var kadınların sırtında. uğradığımız baskılar, yok sayılmaların, cinayetlerin, hukuksal olarak eşitsizliklerin kocaman kocaman yükleri ve daha da beterlerini yaşamak riskinden doğan kocaman bir korku var. yer yer yılmışlık var. yeniden yeniden kendini toparlayıp karşı koymuşluk var. bu şekilde oluşmuş bir kolektif bilinç var. her birimizin kişisel tarihinde sadece kadın olduğumuz için maruz kaldığımız travmalar var. ve bunlar bir yandan bireysel tarihimizi oluştururken biriktiği havuzda tekrar kolektif bilince de katkı sunuyor. bunları hepimiz biliyoruz. yıllardır anlatıyoruz ezilmişliğimizi, haklılığımızı… daha iyi anlatırsak anlaşılabilirmiş gibi bir umutla anlatıyoruz. sistemler zaten anlamaz. anlamamaktan beslenir, oradan var ederler kendilerini. biz pratik hayat içindeki hâle bakalım yine. yaşamı dönüştürecek güç tabandan gelir çünkü.
kadınlar beyin işleyiş ve bunu duygulara aktarış farkları sebebiyle detaylara bakarken kaybolabiliyor sık sık. ve kaos canına tak etmeden çıkmaya gerçekten yeltenmeyebiliyor. içinde bulunduğumuz durumun yaşam damarımızı kesen bir konu olduğunu görmemiz zamanımızı alıyor. ilişkilerimiz (aile, arkadaş, aşk) hep evrilebilir bir konudur ve son raddeye kadar önce anlamaya, sonra evirmeye çalışırız. ondan sonra ümitsizliğe düşer, sonra kesip atmak zorunda kaldığımız durumlar yaşarız. yeniden kendini yaratmaya meyilliyizdir evet, ama o yaratım süreci başladığında da o kadar çok detayla boğuşuruz ki yine, sık sık ana konudan uzaklaşıp, küçük yenilgiler yaşayabiliyoruz. öte yandan toplumu şekillendiren eğitim, insan davranış kalıpları, aile yapıları dâhil günümüze uyarlanamamış gelenek ve alışkanlıklar, medya, hukuk sistemi gibi birçok etken büyük oranda kadına baskı kuracak şekilde düzenlenmiştir.
bu hâlleri erkeklerin hiç birisi anlamıyor diyebilir miyiz. duyarlı olanları anlıyor tabii bu ezilmişliği. anladıklarında yeni bir sorun alanı daha doğuyor böylece. kendileri de ezenlerden birisi olmamak için bu yükü tüm erkekler adına yükleniyorlar. daha da bir naif oluyorlar hatta. daha da bir ürkek… işte burası da bir başka sorun doğuruyor. erkekler doğalarından uzaklaşıp kadınlaşıyorlar. tıpkı kadınların hukuksal haklarını elde edebilmek ve eril hale göre kurulmuş yaşamda kendilerine yer bulabilmek için ancak erkek gibi olurlarsa yaşayabilecekleri korkusu sonucu geçirdikleri dönüşüm gibi. sorunun içinde debelenirken hep aynı yerden bakarak hiçbir şey çözemiyoruz neticede.
işte bu noktada size bir kitaptan desem eksik kalacak; üç kitaptan birden söz edeceğim. edince üçünden birden etmek gerekir çünkü birisi olmazsa eksik kalacak sacayakları gibiler incelediği temada. ancak yazarı david deida yine de her birisi tek olarak okunacak gibi kaleme almış. david deida kimdir; önce belki o’ndan söz etmek gerekecek bir iki cümle ile. tinsel gelişim ve birliktelik konuları üzerinde çalışan dünya çapında bir eğitimci… aralarında california üniversitesi de bulunan dört üniversitede dersler verdi, desem kariyeri hakkında bilgi vermiş olurum. ancak bence daha damardan ve bizi ilgilendiren yanı hayatımızı, ilişkilerimizi, o ilişkiler içinde varlığımızı oluşturan temel noktaları ve doğal hâlimizden koptukça kendine yabancılaşan insanın kendi yarattığı düşünsel tuzaklara nasıl düştüğünü bize ince ince anlatmayı dert edinmiş bir insan olması… bir alıntı yapayım söz edeceğim kitaplardan birisinin arka kapağından hemen. “hiçbir zaman tanışmayacak olabiliriz, yine de sana kalbim aracılığıyla kendi kalbini hissetme şansını vermek istiyorum.”
aynı yazara ait üç kitap dedim isimleri şöyle: yakın ilişki, üstün erkeğin yolu, canım sevgilim.
bu üç kitaptan “yakın ilişki” genel anlamıyla kadın erkek ilişkilerinde içinde bulunduğumuz durumla ilgili. bu noktada yazardan atlayarak da olsa kısa alıntılar yapayım, meramını kendisi anlatsın: “ilkel dönemlere kadar gitmeden son süreçleri incelersek, erkeğin sözünün geçtiği, kadının evde oturduğu model vardı ve bu modelin sorunlar getirdiği pratik zaman içinde anlaşıldı. bu modelde erkekler aile reisi, kadınlar ev kadını olma rolüne sıkıştı. bu birinci aşamada kadına ya da erkeğe kapasitelerini geliştirmeleri için izin verilmedi. daha sonra modernizmin getirdiği 50/50 modeline geçildi. kültürel açıdan baktığımızda modern 50/50 ilişki cinsiyetler arasındaki eski ilişki tarzının yarattığı tatminsizlikten doğmuştu. bu anlayışla birlikte kadınla erkeğin arasına “aynılık” kavramı getirildi. kardeş payı yapmaya kalktığımızda yakın ilişkilerimiz bir kalp içinde erinecek sevgi duygusu ile dolmak yerine el sıkışılan bir iş anlaşmasına dönüşme riskiyle karşı karşıya kaldı. kimse 50/50 ilişkide rollerin birbirine bağımlığını gerektiren ilk aşamadan özgürlüğe doğru bir adım olduğuna karşı çıkmayacaktır. ancak sorun şu ki, birçok modern kadın bugünün daha eril yapılı ekonomisinde başarılı olmak adına eşsiz ve doğal dişil ışıltısını bastırmak zorunda kaldı. ve eski eril modellerle yeni kimlikler arasındaki tuhaf noktada sıkışıp kalan birçok erkek içsel olarak ikiye bölündü. her ne kadar kadınla erkek arasındaki sosyal ve ekonomik eşitlik yönündeki çabalar her zaman gerekli ve son derece faydalı olsa da, görülen o ki aynı zamanda bu iyi niyetli hareketin hiç hesapta olmayan etkilerinin mağduru olduk.”
her birimizin de ister cinsel ister kimliksel yanıyla bakalım biricik olduğunun altını çizerek söylersem doğasındaki özgünlüğün ve kapasitesinin altında yaşamaya zorlanan insan, her alanda mutsuz olmaya başladı. üstelik buna kafa karıştıran birçok etmenin sebep oluyor olması ise problemin bir başka yönü gibi algılandı. sistemler eril davranırlar. örneğin bina yapmak erkek işidir, ormanda ev için gerekli olan iki ağacı kesip bir kulübe yapmak erkek doğasına uygundur. ama tüm ağaçları kesip kocaman gökdelenler dikerken erkekleri de işçi olarak çalıştırıp doğayı katleden firmaların yaptığı eylem de eril enerjiden hareketle yola çıkar. bu güç erkek değil erktir. gücü idare edenlerin genelde erkek olması da ayrı bir kavram karmaşasına neden olur. bu davranım biçimi eril davranışın uca gitmiş örneği olduğu için kadınlarla erkekler arasında bir güç yarışı, bir ezmişlik ezilmişlik icat eder. tüm bunları yaparken erk, erkeklerle de iş birliği yapıyormuş gibi görünür üstelik. teorik olarak eşit gösterip pratikte erkekleri kadınlardan üstün kılar. ve bu iki cins arasında olan tüm seçenekleri yok sayar. böylece her birimizin ayarları ile ayrı ayrı oynamış olur. kadının doğasından uzaklaşması zaten istenen bir şeydir. itaat edebilmeleri için doğalarını merak etmeleri önlenmelidir. kadın veya erkek kimliğine sıkışıp kalmadan yaşamak isteyen insanlara ise şiddet dahi uygulanabilir bir zemin oluşur böylelikle. bir nevi böl-yönet taktiği… savaşı körükle taktiği… tüm bunların arasında emeği de, insanı da, doğayı da istediğin gibi sömürebil taktiği..
kitaplara dönecek olursam bireyin öncelikle kendi sürecini tamamlayıp doğasını tanımasının ne kadar elzem olduğuna dikkat çektiriyor david deida. ve bunu “yakın ilişki” isimli kitabında genel hatlarıyla anlatırken, “canım sevgilim”de dişil enerjiyi, “üstün erkeğin yolu”nda eril enerjiyi açmaya çalışıyor. ama her üç kitabını da kim okursa okusun kendi özünü arayan yolculuğuna rehber olacak şekilde kurmuş dilini. ve bir ince detay daha var ki şapka çıkarttım. “canım sevgilim” ve “üstün erkeğin yolu”nun çevirmeni olan didem çivici’nin “üstün erkeğin yolu” kitabındaki çevirmen notundan alıntı yapayım.
“sanıyorum ki bir kadının yaşamındaki en zor kavrayışlardan birisi de erkeğe empati duymak bizler kadınlar olarak çoğu zaman erkekleri anlayamıyoruz ve şimdi biliyorum ki bunun asıl nedeni eril öze dair aslında hiç bir şey bilmememiz. kadınların kendi eril özleri ile irtibata geçebilmeleri için de yol gösteriyor olması. öncelikle yazara olan bir hayranlığımı dile getirerek kitabın diliyle ilgili farkındalığını paylaşmak istiyorum. deida “canım sevgilim” kitabında tamamıyla dişil öze, kadına ithafta bulunmuştu. öyle ki bu kitabı çevirirken yazarın akıllıca tarzını bir kere daha anladım. dişil öze yazdığı kitap tamamıyla dişil bir insanın anlayabileceği şekilde, hatta algılamak isteyebileceği şekilde yazılmış. ağdalı, uzun, ve duyuları uyaracak ifadelerle dolu bir kitaptı “canım sevgilim”. oysaki “üstün erkeğin yolu” onun tam tersi. tamamıyla eril özün algılarına hitap eden bir tarzı var. düz, net, kısa ve hedef odaklı. burada itiraf etmeliyim ki bu ayrım beni oldukça etkiledi. sizin de fark edeceğinizi düşünüyorum.”
bir nokta daha var ki kitaplarda cinsler sadece kadın ve erkek olarak ayrılıyor gibi bir algı yaratmış olursam çok eksik ve yanlış çıkmış olur aranan derdin özü. ben burada ancak bir yazının olanakları içerisinde iç içe geçmiş pek çok noktayı birden anlatmaya çalışırken doğaldır ki çok önemli ayrım noktalarını yeterince aktaramıyorum. bu yan eksik kalırsa dayatılan “sadece iki cins vardır ötesi yoktur” algısına hizmet ermiş olur yazım bir yandan da. o sebeple yazarın “eril ve dişil güçler cinsiyetle sınırlı değildir” cümlesini buraya almalıyım. erkek- eril- dişi- dişil-kadın-erk gibi sözcükleri yanyana koyduğumuzda anlamak ayrı bir mesai gerektiriyor. sözcüklerin aynı kökenden türeyince büyük bir anlam karmaşası yaratan yanı, bambaşka bir yazının konusu. ancak şu kadar gireyim mevzuya yine yazardan alıntı ile:
“dişil ve eril, kadın ve erkek anlamına gelmez. bunlar daha çok evrensel cinsel güçlerdir. her insanın içinde dişil ve eril enerji vardır. ve bu enerji akışları cinsiyetle belirlenmez. cinsel tercihiniz ne şekilde olursa olsun, birey olarak hem eril hem dişil enerjiye sahipsiniz. odaklanmaya yönelik eril iş gününüzü tamamlandığınızda, evinize gitmek ve vücudunuzdaki yaşam akışıyla dişil enerjinizde rahatlamak güzeldir.”
meselenin bir boyutu daha var ki söz etmezsek olmaz; her insanın ana göre değişmekle birlikte genel eğilimi noktasında da bir kendine has yapısı vardır. önemli olan kendimizle ilgili bağlarımızın sahici olması ve dış öğretiler ile şekillendirmekten uzaklaştırma çabamız. konu çok katmanlı, çok boyutlu. ve kesinlikle yakından ilgilenilmeyi gerektiriyor. özetle söylemek istediğim şu ki; ister kadın olalım, ister erkek, ister eşcinsel veya cinsel tercihimiz ne şekilde olursa olsun hepimiz kendi çukurlarımıza düşmeyi göze alacağız bi önce. kendi öz bilgimizi kavramaya çalışmadan kendimizle kurduğumuz ilişkilerde de, çevremizle kurduğumuz ilişkilerde de çok mutsuzuz. sonuç olarak bu şekilde ezberlediğimiz yerden yaşamaya çalışırken her birimiz zarardayız. merhemi ve çareyi doğamızda görmeyi öğreneceğiz. diğerini suçlamadan, savaş enerjisi kurmadan ve kurulmuş olan savaşı yine savaşla yürütmeden… işleyip duran bu sıkıntılı anlayışın bir parçası olmadan… daha güzel bir yaşam istiyorsak; her birimiz sorunun kendisine düşen katılım payını görecek; ilk başta kendi açmazlarını… alacak yarasını eline, bir güzel yalayacak. öpe seve iyi edecek. hakkını kimselerin teslim etmesini beklemeden. çünkü işte tam da bu noktada önce fark edebilecek. sonrasında yaşamı dönüştürme cesareti ve devamlılığını sağlayacak olan devinimi kendinde bulacak.
einstein‘in sözüdür pek severim: “sorunu oluşturan düşünme biçimiyle o sorunu çözemezsiniz.”
resimler: aynur uluç
**********
Kapak foto: leman erdemir kayalı
kaynak: http://kitapeki.com/yasami-yesertmek-icin-bir-tohum/