Nice acılara göğüs germiş, nice kötülüklere siper olmuş, nice ağrılara katlanmış en naif yerinden vurmuştu onu ölüm
Üç insan.
Üçü de kadın; üçü de ana, üçü de çilekeş, üçü de emektâr.
Evlatlar vermişler hayata; oğullar, kızlar, torunlar. Üçü de feleğin çemberinden geçmiş, üçü de derin öyküler biriktirmiş, üçü de bedeller ödemişler.
Üçü bir divanda yan yanalar.
Üçünün de yüzünde birikmiş acıları, çekilmiş kahırları, yaşanmış kederleri var.
Namaz vaktidir.
Sessiz, sakin, duru akan bir sohbetin ardından Mesude ve Lalezar Ana ayağa kalkar. İki yaşlı kadın namaza dururlar. Son rekâtı da kıldıktan sonra, diz çöküp dua okumaya başlarlar. Sessizce okudukları dualarını bütün sevdiklerine üflerler.
Son dileklerini ise şöyle mırıldanırlar:
“Tanrım, ömrümün geri kalanını Müzeyyen Hanım’a ver.”
Müzeyyen ise, aralarında namaz kılmayan üçüncü anadır, benim anamdır. Kendilerince, onun daha çok çile çektiğini, daha çok duaya ihtiyacı olduğunu düşünmektedirler.
(Soldan sağa) Melehat Sarptunalı, Güler Demirel, Sacide Çekmeci, Visal Ateş, Mesude Tatlav
***
Geçen gün kaybettik onlardan birini.
Mesude Ana’yı sonsuzluğa uğurladık.
Evinde, bir akşamüstü, ansızın yokladı onu ölüm.
Nice acılara göğüs germiş, nice kötülüklere siper olmuş, nice ağrılara katlanmış en naif yerinden vurmuştu onu ölüm.
İnce bir sızı gelip göğsüne yüklendiğinde, “geçer” demişti Mesude ana, “çocuğum, Erdoğan’ım duymasın, bu İstanbul şehrinde gece vakti yorulmasın” istemişti…
***
Mesude Tatlav ve Gülten Kaya
Onu, nasıl anlatmalı diye düşündüm. Cenazesinin kaldırıldığı gün okumuştum yazısını; en iyi Nimet Demir’in yazısı aklıma geldi. Sevgili Nimet’ten, yengesi Mesude Tatlav hakkında kaleme aldığı aşağıdaki duygu yüklü yazıyı paylaşmak için izin aldım:
“Canım Mesude Yengem, hiç tanıyamadığım dayıcığımın genç yaşta dul bıraktığı sevdiceği. Aramızda sadece dokuz ay yaş farkı olduğu için birlikte ve kardeş gibi büyütüldüğümüz biricik oğlu Erdoğan’ın anacığı…
Annemin ölene kadar hiç ayrılmadığı kader arkadaşı; kuzeni, ahretliği, yengesi.. Benim de yengem, kimi zaman ablam, annemi kaybettikten sonra annem, bazen de çocuğum…
Oğlu Erdoğan Aydın ilk yakalandığında, içine düştüğü derin yas döneminde, tırnağını kestirmek istemediğinde zorla kestiğim, banyo yapmak istemediğinde ellerimle yıkadığım çocuğumdu.
Cezaevi yolculuklarımızda, eylemlerdeki yoldaşım; duyduğumuz her idam ve işkence haberinde en içten ağlaşmaların eşlikçisi ablam…
Onun, biricik yavrusunun idamla yargılanmasının yakın tanığı oldukça, hem Erdoğan’ın hem de yüzlerce-binlercesinin başına gelecek olanlardan benim de delirircesine hissettiğim korkuyu bastırabilme gücü bulduğum ana’ydı...
Oğlu Erdoğan cezaevine girdiğindeki mektuplarını ilk yıllar ben yazardım. Sadece birkaç cümle olurdu söyledikleri. Ama öyle şiirsel, öyle derin duygulu cümleler olurdu ki, ağlarsam görmesin diye arkamı dönerdim yazarken. O günlerde, kimi zaman anne olmadığıma şükredesim gelirdi!
Hep çok güzel, hep çok mağrur, hep çok anneydi; “Erdoğan’ın Annesi” idi hep. Hayatı Erdoğan’dı, Erdoğan Hayat’tı onun için!
Oğlu cezaevine girene kadar, hiçbir yere tek başına çıkmayan 39’undaki kadın, kendi durumundaki anne babalarla kaynaştıkça 12 Eylül dönem eylemlerinin en genç üyelerinden biriydi artık o. Didar Şensoy’un, Melahat Sarptunalı’nın, Şükriye Nazari’nin, Gülizar Çağlayan’ın, Vahide Açan’ın, Sacide Çekmeci’nin ve daha birçok ananın eylem kardeşi, kader arkadaşı, kızı olmuştu. Tabii ki her zaman kendi tarzında: sessiz, durgun ama hep dimdik; dimdik!
Çektiği bütün acılara, yalnız bir kadın olarak yoksunluklara, başına gelenlere rağmen hiçbir zaman ezik, arabesk bir kadın olmadı. Cezaevine bile girdi. Bir duruşma sırasında askerlerin oğluna ve diğer tutuklulara karşı saldırganlığına direnince, görevliye mukavemetten yargılandı, hüküm giydi. Birkaç ay cezaevinde yattı. Artık sadece “dışardaki” tutuklu yakını değil, “içerdeki” de olmuştu!
Bir gün, bir diğer anam-canım-idolüm-pamuğum, hayatımın öğretmeni Sacide Teyzem’le ders çalışmaya başladılar. Sacide Teyzem ona okuma yazmayı öğretti.
Mektuplarını bile bazen kendi yazmaya başladı. Evde tutamaz olmuştuk artık!
15’inde halasının yakışıklı, eğitimli oğluyla evlenmiş, onu çok sevmişti. 16’sında biricik oğlu Erdoğan’ı doğurmuş, 18’inde dul kalmıştı. Dayımı, yedek subaylığını yaparken kaybetmiştik. Bütün şehri karanlığa boğan bir elektrik arızasını gidermek için tırmandığı yerden Botan suyuna düşerek kaybolmuş, cesedi Botan Çayı’nın Suriye’deki kolunda, bir mazgalda aylar sonra bulunmuştu.
Canım Mesude yengem. Yine kendi tarzıyla gitti; kalp krizinden, aniden, yine sessiz ve dimdik.
Çok yük taşıdı, zorluklar çekti, acılar gördü. Tek tesellim, son yıllarını oğulcuğunun, gelininin, torununun ve çok sevdiği yakınlarının iyi günlerini de görebilmiş olmasıydı. Güzel uyusun, hep anacağız, hep seveceğiz, hep özleyeceğiz. Orada, adına daha layık, daha ‘mesut’ olur belki ‘Mesude’…”
***
Mesude Tatlav bir cezaevi ziyaretinde
Üç kadın.
Üçü de annemdi, annemizdi.
Çıkardan, paradan, puldan arınmış hayatlarıyla bedeller ödemiş çocukların anneleriydi.
Her biri, acıdan ibaret hayatlarını yok sayar, diğerinin acısına melhem olmak isterdi.
Mesude Tatlav da böyle biriydi.
İnsan Hakları Derneği’nin kurucusu, bir hak savunucusu, 12 Eylül Anasıydı…
Acı haber geldi, Mesude Ana’yı kaybetmiştik!
Nimet Demir’in yazısını okuyunca, sözcükler asi bir eşkıya gibi çarptı yüreğime. Birden bu yazının içinde buldum kendimi.
Bahardı, neylersin, erguvanlar açmaya devam ediyordu. Ve ben bir kez daha dayanamıyor, yazıyordum.
Sevgili anacığıma ölüm haberini verdiğimde, “vah” dedi, beli bükülür gibi olmuştu. Gözleri dondu kaldı, elini böğrüne götürdü. Sözler buruk bir öykü gibi döküldü dudaklarından:
“Namaz kıldığında, ömrümün geri kalanı Müzeyyen’in olsun diye dua ederdi.”
Bunu daha önce de dinlemiştim annemden.
Anlıyordum, yüzlerinde gülüş yığınakları biriktiren evlatların annesiydi çünkü o.
Bir kez daha secdeye vardı, son kez namazını kıldı.
Bu sefer duası erken bitti.
Nice acılarla sınanmış ömrünü, çocuklarına güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan bütün ay yüzlü çocuklara vermeye hazırdı.
Ömrünü veremeden gitti.
Kaynak. T24